Alice iksirinden bir yudum da bana ikram ediyor. Yatağımda yattıkça küçülüyorum. O, kapıdan geçmek istiyor, bense sadece yok olmak. Harikalar Diyarı çok uzakta kalmış gibi, ona katılacak gücüm yok.


Çok istekli; büyülü çiçekleri, uçan kediyi görmek istiyor, bense zaten bilinmeyen zamanlardan birinde şapkacıyla oturup uzun uzun ağlamışım. Şapkacı bir bağımlı, sürekli kurtarılacağını düşünen ve onu ‘‘kurtaracak kişinin’’ geleceğine inanan bir bağımlı. Alice’in haberi yok tabii bundan, kendisine bağımlı birinin varlığı onu belki rahatsız eder diye söylemedim, kendi aralarında çözsünler.


Tavşan geliyor aklıma. Mosmor gözleriyle sanki yaşayacak fazla zamanı varmış gibi hala stres yapıyor. Elleri titrediği için sigarayı çok uzun zaman önce bırakmış, belki de bu ömrünü biraz uzatır.


Şapkacının saçma umudu ve gülüşündeki melankoli tanıdık gelirken tavşanın anksiyetesi başıma ağrılar sokuyor. Yatağımda kalarak doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum, nasıl olsa birazdan yok olacağım. Gözlerimi kapatırken Beyaz Kraliçe’nin sesini duyuyorum. Sesindeki neşe ve umut biraz daha zorlarsa kendi benliğine bürünüp yanında dolaşmaya başlayabilir.


‘‘Gelmiyor musun?’’ diye soruyor yüzündeki kocaman gülümsemeyle. Göz kapaklarımı açmak beni yorarken yüzüne bakıyorum. İlk defa yüzünde endişe görüyorum, bu onu da şaşırtıyor, endişeyle tanışık olduğunu sanmıyorum. ‘‘Bu halin ne böyle, ne zamandır bu yataktasın?’’ Durup sorusunun cevabını düşünüyorum.


‘‘Bilmiyorum,” diyorum, ‘‘belki uzak uzak diyarlardaki insanların dans edip şarkı söylemeye başladığı zamanlardan, belki de sadece bir varmıştan beri.’’ Biraz duraksıyorum. ‘‘Aslında biliyor musun, Kırmızı Kraliçe’yle kavga ettiğinizden beri olabilir.’’ O da duraksıyor, ne zaman olduğunu hatırlamıyor bile. Kardeşinin yokluğuna gereğinden fazla alıştığını görüyorum.


Kısa bir uzaklara dalma anından sonra ‘‘Sen de hatırlamıyorsun, değil mi?’’ diye soruyorum. Başını sallayıp yanıma çöküyor, elbisesi o kadar büyük ki yerleşmesi uzun sürüyor. Kollarını dizlerine koyup başını ellerinin arasına alıyor. Hiçbir şey demeden ne yapacağını izliyorum, sadece buna gücüm yetiyor.


Ellerini yüzünden çektiğinde onu tanıyamıyorum, gülümsemesi yokken tamamen farklı bir insana dönüşüyor. Kitap satırlarındaki betimlemesini baştan sona değiştirebilecek kadar farklı bir insanken o kocaman gülümsemesinin nasıl sürekli yüzünde olduğunu ve o insan olmak için uğraşmasının ne kadar yorucu olduğunu düşünüyorum.


Elbisesinin astarından bir şişe çıkarıyor ve içmeye başlıyor. Biraz içtikten sonra bana da uzatıyor. ‘‘Teşekkür ederim,” diyorum, ‘‘ama sıramı şapkacıyla savdım.’’ Şaşırıyor. ‘‘O kitaptakiler yalan,’’ diyorum, ‘‘herkes en az senin kadar güçsüz.’’ Omuzlarını silkiyor, bana hak verdiğini görüyorum.


‘‘Kardeşin burada olsa sana acır; o bile o pis inadını ve havadaki burnunu bırakır, yanına çöker, biliyorsun değil mi?’’ Başını sallıyor, haklı olduğumu biliyor. Kardeşi asla onun nasıl olduğunu merak etmez, tanıdık bir hissiyat. ‘‘Olsun, ikimiz de yalnızız.’’ diyorum ve içimde kalan son enerjiyle vücudumu titreyerek yattığım yerden kaldırıp onun yanına bırakıyorum. Başını omzuma koyup bir yudum daha alıyor.


Tavşan sallana sallana yanımıza geliyor. ‘‘Hadi,’’ diyor, ‘‘Başlamamız lazım, bir tane daha geliyor. Herkes hazır bekliyor, bir sen yoksun.’’ Beyaz Kraliçe derin bir iç çekiyor, şişesinden büyük bir yudum daha alıyor ve şişeyi tekrar astarına saklıyor. Kalkmadan önce saçımı okşuyor, kalktığında yine yüzünde o kocaman gülümsemesi var. ‘‘Herkese böyle gül benim için,’’ diyorum, ‘‘ve onlara, onları sevdiğimi söyle. Bir daha görüşebileceğimizi sanmıyorum.’’ Buruk bir gülümsemeyle yüzüme bakıyor, gözlerinin yaşlarla parladığını görüyorum. Üzülmesin diye yapabildiğim kadarıyla gülümsemeye çalışıyorum. Bana el sallıyorlar ve tavşan deliğinden aşağı atlıyorlar.


Biraz daha dik duramayacağımı hissedip kendimi bırakıyorum. Başım yatağa çarpıyor, şapkacı yanıma koşuyor. ‘‘İyi misin? Gözlerini aç, lütfen konuş benimle.’’ Sakin olmasını söylüyorum. ‘‘Benim zamanım doldu.’’ Başımı kucağına koyup saçımı okşamaya başlıyor. ‘‘İlk geldiğin zamanı hatırlıyor musun?’’ diye soruyor, yine yüzümde ruhsuz bir gülümseme beliriyor. ‘‘O gün son kız sendin, hepimiz çok yorgunduk ve son bir oyun daha oynayacaktık.’’ Hatırlıyordum, yavaşça başımı sallıyorum. ‘‘Hadi,’’ diyorum, ‘‘gitmen gerekiyor, herkes hazır.’’

‘‘Herkes bekleyebilir,’’ diyor, ‘‘seni yalnız bırakmayacağım.’’

Geç kalınmış bir sevgi.

Gözlerimi kapatıyorum ve tavşan deliğinden aşağı düşüyorum.