“Her nefis korona virüsünü tadacaktır.” diye ayetten mülhemle çevrilen bu söz ile kardeşim de nihayet bu illetin tadına varmış oldu! Oysa hep “Bana bir şey olmaz.” modundaydı. Belki de gençliğine güveniyordu. Lakin sanatçının dediği gibi:

“Güvenme hiçbir şeyine, bir sel gelip alabilir.

Bana bir şey olmaz deme, her an her şey olabilir.”

Şarkının diğer iki dizesini sonra sizlerle paylaşacağım. Gelelim bahsimize. Kardeşim Muhammed, bu aşırı güven duygusundan dolayı aşı bile olmamıştı. Oysa aşı olması yönünde ne diller dökmüştük. Türkiye’de aşı karşıtlığının temelinde, ihmalin yanında güvensizlik ve ideolojik bir yaklaşımın izlerini de görebilmek mümkün. Bizimkinin yaklaşımı tamamen “ihmal”. Bu hastalıktan dolayı dünyada milyonlarca hasta ve iki buçuk milyondan fazla insan öldüğü hâlde virüsün olmadığını ileri süren; söylediklerini de hiçbir tahlile, tahkike tâbi tutmayıp mahz-ı hakikatmiş gibi anlatan nice insandan da ayrıca bahsetmek gerekirse de “Konuşmaya değmez.” diyelim ve geçelim. Aşı olunmalı mı, olunmamalı mı? Ne yazık ki bu konuda bir uzmanlığım yok. Ancak aşı dediğimiz şey bir enfeksiyona karşı bir başka enfeksiyonun vücuda şırınga edilmesidir. Düşmana karşı bağışıklık kazanan bir vücut zararı hafif atlatabilir. Üretimi ve dağıtımında birçok örgütün/kurumun/şirketin denetiminden geçen aşı, ülkemizde Sağlık Bakanlığımızın onayı ile uygulamaya konulmakta.


Geçmişe bir gidelim. Kaynaklar, modern anlamda olmasa da, ilk çiçek aşısının Osmanlı döneminde İstanbul’da uygulandığını gösteriyor. Yine yirminci yüzyılın başlarında veba, kolera ve dizanteri aşıları da hazırlanıp uygulandı. Aşı çalışmasını yürüten Louis Pasteur’e, II. Abdülhamid’in 800 lira maddi destek verdiği ve bu paranın da o tarihte İstanbul’da 180-200 arasında ev alabilecek bir paraya denk geldiği belirtilmektedir. Devamında, çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyeti devletimiz de verem, kolera, tetanos, boğmaca ve kuduz aşılarında seri üretime geçmiştir.


Demem o ki bu kadar ve daha ötesi bir aşı tecrübesine sahip olan devletimize ve bilim insanlarına güvenmek zorundayız. İslami gelenekte de “ulu’l emre itaat”in şart olduğunu biliyoruz. Bu işin mesuliyeti hatasıyla, sevabıyla onlara ait. Bir yıl sonra veya üç yıl sonra aşının kalıcı yan etkileri olur mu bilinmez ancak bilinen şu ki aşı olanlarla olmayanların hastalığı geçirme dereceleri farklı. Elbette kol kesilmektense el kesilmesi daha iyidir. Salgına karşı daha etkin bir mücadele çıkana kadar maalesef başka bir çıkar yol da gözükmüyor.


Birinci gün.

Hastanede ilk günümüz. Muhammed, ateşler içinde ve oldukça bitkin. Covid servisinin tıpkı Yeşil Yol filmindeki hapishane gibi uzunca bir koridoru var. Zemini yeşil olmasa da sarımsı bir renkte ve içine beyazlar derç edilmiş bir şekilde. Sağlı sollu kişiye özel odalar koridor boyunca devam ediyor. Bizim çocukluğumuzda bu odalarda kalmak ancak zenginlerin işiydi. Şimdi garipler, fakirler dâhil herkes rahatlıkla kalabiliyor. Kimseye ne iş yaptığı, kim olduğu sorulmuyor. Hastane servisinde ilgi, üst düzeyde. Hemşirelerin, doktorların biri gidip biri geliyor. Sabahın erken saatinde hizmetli kardeşimiz, çamaşır suyu ile yerleri ve lavaboları temizledi. Bir de akşam uğradı. Odanın dışında duran çöp kovaları düzenli olarak boşaltılıyor. Koridorlarda, odalarda süprüntü/pislik cinsinden hiçbir şey yok. Yemek servisi, saatinden bir milim şaşmıyor. Ancak kardeşimin yemek yediği falan yok. Zorla birkaç kaşık çorbayı ancak içirebiliyoruz. Muhammed, Covid ilaçlarını önceden kullandığı için şimdilik kendisine serum ve antibiyotik tedavisi uygulanıyor.


Dördüncü gün.

Kardeşimin durumu ağır. Vücudu tedaviye cevap vermiyor. Düzeleceği yerde gittikçe kötüleşiyor. Ateş ve hâlsizliğin yanında öksürük de fazlalaştı. Oksijen değerleri tehlike sinyalleri çalmakta. Kan değerleri tavan yapmış durumda. Nefes alışı, bir kuşun can çekişi gibi acı verici. Covid belasını ailemde, kardeşim hariç geçirmeyen kalmadı. Ama en ağırını kardeşim Muhammed geçiriyor. Oysa dediğim gibi kendisine en fazla güvenen oydu. Demek ki bu şuursuz virüsün insan seçtiği falan yok. Güçlü-zayıf fark etmiyor onun için. Kimi yakalarsa yakasından düşmüyor. Virüs sınır tanımasa da insan sınır koyabilir aslında. Aşı ile birlikte 2M1H (Maske-Mesafe-Hijyen) formülü yabana atılmamalı. Muhammed, tedbirsizliğin bedelini ağır ödüyor. Umarım daha da kötüye gitmez.


Beşinci gün.

Durumu stabil, değişmiyor. 

                            

Altıncı gün.

Bir değişiklik yok.


Yedinci gün.

Bir değişiklik var ama maalesef iyi yönde değil. Muhammed’in gözleri baygın. Tat ve koku duygusu tamamen bitmiş durumda. Lafları ağzından cımbızla ancak alabiliyoruz. Öksürük iflah olmuyor. İlaçlar kâr etmiyor. Saturasyon değerleri seksen bantlarında gidip geliyor. Bu arada gıdasızlıktan iyice zayıfladı. Böyle giderse yoğun bakım ünitesine girmesi an meselesi. Doktor, hastanın bilinç kaybı yaşaması durumunda hemen bizlere haber verilmesini söyleyip gidiyor. Akşamüzeri geldiğinde durumun ciddi olduğunu, bu yüzden yarın hastaya Sağlık Bakanlığınca belirlenen alternatif bir tedavi programı uygulayacaklarını belirtiyor. Ek tedavilerin yanında yine bir sürü ilaç daha kullanacak. Ah Muhammed! Değer miydi bu kadar tedbirsiz davranmaya? Verecekleri ek ilaç, çok tesirli. Bağışıklık sistemine ve bazı ateş sendromlarına iyi gelen bu ilacın fiyatı el yakıyor. Kutusu 10.000 TL. Neyse ki devletimiz cebimizden bir kuruş dahi çıkmadan bu ilaçları karşılıyor. Bizlere bu tür imkânları sunanlara minnettarız. Rabb’im devletimize zeval vermesin. Nankör kedilerin de kulakları çınlasın! Bu gece zorlu ve uzun geçecek.

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir

Müptelâ-yı gâma sor kim geceler kaç vakit”

Sâbit

(En uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşan ne bilsin. Sen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan âşığa sor ki, geceler kim bilir kaç saat…) Gece sadece Muhammed için değil, bir refakatçi için de uzun ve zorlu geçecek. Umut yarınki tedavide…


Sekizinci gün.

İsmini söyleyemeyeceğim pahalı iğneyi uygulamaya başladılar. Kollarına o gün dört tane iğne vuruldu. Bunun dışında nefes açıcı, balgam sökücü ilaçlar, antibiyotikler, buhar uygulamaları gibi bazı tedaviler rutin olarak devam ediyor. Oksijen ve buhar maskesi sırayla ve sürekli ağzında. Muhammed, hastalıkla boğuşurken eşinin yerine refakatçi olarak gelen ben ise zamanı değerlendirme peşindeyim. Hastaneye gelirken yanıma üç kitap ve şiir defterimi getirdim. Hastaya bakmaktan vakit bulduğumda Cemil Meriç’in “Kırk Ambar”ını okuyorum. C. J. Tudor’un “Çöp Adam” romanına ve İbn-i Haldun’un “Mukaddime”sine ise henüz sıra gelmedi. İnşallah sıra gelmeden de bu hastaneden hayırlısıyla çıkmış oluruz.


On birinci gün.

Kardeşim, nihayet tedaviye cevap vermeye başladı. Artık ateşi yükselmiyor. En önemlisi de oksijen değerleri 90-94 arasında gidip geliyor. Bir şeyler yiyip içmeye başladı. İlk defa bizim “Yeşil Yol” koridorunda az da olsa gezinebiliyor. Yalnız ciğerleri yine de kötü. Vücudunda hâlâ enfeksiyon var. İlaçların etkisiyle bacaklarındaki ağrı dayanılmaz. Durumunun iyiye gidiş işareti olarak algıladığımız iğne sayısı, dörtten ikiye düşürüldü. Sabah akşam vuruluyor. Kan değerleri hastanın durumuna göre iki üç günde bir ölçülüyor. Çok şükür tahlillerde normale doğru bir yöneliş gözlemleniyor.

Bugün arife günü. Duaların kabul olunacağı bir gün. Memleketimizdeki geçmişi “hadis”e dayanan 1000 İhlas Suresi okuma geleneğine dayanarak başladım sureyi okumaya. Ancak o gün yoğun hastane işlerinden dolayı ancak 500 tane okuyabildim. Tüm hastalara dua ettim. Muhammed, akşama doğru ilk defa nefes nefese kalmadan konuşabildi. Yarın tam bayrama hoşça gireceğiz derken amcamın da Covid olduğunu öğrendim. Onu da bulunduğum hastanenin 4. katındaki dâhiliye bölümüne yatırdılar. Bir ara fırsat bulup ziyaret ettim. Uyuyordu. Ancak kesik kesik olan öksürükleri güçlüydü.


On ikinci gün.

Bugün kurban bayramı… Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri varsa benim de “Hastanede Bayram Zamanı” adlı bir yazım olacak inşallah. Eski hüviyetleri yok bayramların… Belki de bizler, eski biz değiliz. Bayramlar; renksiz, kokusuz ve ruhsuz geçiyor. Zayıflayan bayram ziyaretlerinin küllerini de Covid bir taraflara savurdu gitti. Hastanede yapayalnızız… Besbelli bugünü bayram mesajlarını okuyarak ve mesaj göndererek geçireceğim. Hayatı çilelerle, acılarla geçen anneciğim geldi aklıma. Telefonla aradım, öksürüyordu. Kendi derdini unutmuş, bizi soruyordu. Bayram sabahı erken kalktık. Zaten hep erkenciydik. Bir bayram şekeriyle güne daha iyi başlayan Muhammed’in bayramını tebrik ettim. Hastane yetkilileri bizleri düşünmüş olmalılar ki bugünün anısına öğlen ve akşam menüsünde kavurma yemeği, pilav ve yanında cacık çıkardılar.


On üçüncü gün.

Sabah gelen doktora hastaneden ne zaman çıkabileceğimizi sordum. “Ne zaman iyileşirse.” dedi ve ekledi: “Az bir zamanı kaldı.” Sosyal hayatla tek bağlantısı olan hastane koridorlarında çok olmasa da gezinebiliyor Muhammed. İştahı iyice açıldı. Dışarıdan yemek söylüyoruz. Kuşburnu, keçiboynuzu gibi doğal içecekleri içiriyoruz. Durumunun iyi olması beni de mutlu ediyor. Pencereye konan kuşları seyrediyoruz birlikte. Bu keyifli günün anısına telefonumla bir hatıra fotoğrafı çekmeyi ihmal etmedim.


Öğleden sonra yakınlarım, bir ordu gibi çat kapı içeri girdiler, hem de Covid servisine. Duygusal bir milletiz. Hemen acıları paylaşmak istiyoruz. Fakat bu şekilde davranarak hem kendilerinin hem de başkalarının hayatını tehlikeye attıklarının farkında bile değiller. Oysa geçen yıl üç yakınımı Covid’den kaybetmiştim. Amcam ise şu an için yoğun bakımda, entübe olması an meselesi. Annem ve yengem de bu virüsü kaptı. Anlayacağınız ailemde neredeyse bu hastalığı geçirmeyen kalmadı. Fakat buna rağmen tedbirlere uymamakta ısrar ediyoruz. Hâlâ bu hastalığın nasıl bir fecaate sebebiyet verdiğini yeterince idrak etmiş değiliz. Yaşayanların anlattıklarını bir dinlemiş olsak belki evden bile başımızı dışarı çıkaramayacağız. “Üzerinden kamyon geçtiğini, kemiklerinin bir bir kırıldığını, altında bin ton çivi olduğunu” ve daha neler neler yaşadıklarını anlatanlara bir kulak verin derim. Çevremde gördüğüm küçük ölçekte bulaşı işgalini ülkemize de teşmil edebiliriz. İspanyol salgınından sonra dünya tarihi ilk defa böylesi büyük bir salgınla baş başa kalmış durumda. Salgın birçok alışkanlıklarımızı değiştirdi. Sosyal ilişkiler zayıfladı, psikolojik rahatsızlar arttı. Ekonomik buhranlar biteviye devam ediyor. Sanal dünya hayatımıza daha çok girmeye başladı. Eğitim tarzı başka bir hâle büründü. Muhammed’e gelirsek zannediyorum artık tünelin ucu görünüyor. Bu arada Allah hayretsin, ben de hafif hafif öksürüyorum. Kimse telaşlanmasın, çıkınca bir test yaptıracağım.


On beşinci gün.

Eşyalarımızı toplama vakti geldi. “Yeşil Yol”da son defa gezindik. Muhammed, artık geri kalan tedavisine evde devam edecek. Tüm sağlık personeline müteşekkiriz. Baştaki şarkının son dizelerine gelince:

“Karanlıkta kalsan bile, yarın güneş doğabilir,

Hayat bu hiç belli olmaz, her an her şey olabilir.”