Geldiğinde kapıyı aralık görünce içeride olduğunu anladı.  İyice katılaşmış paspasın üzerine ayaklarındaki çamuru bırakıp kapıyı itti. Demir kapının bütün soğukluğu vücuduna geçivermişti. Botlarını çıkardı. Evdeki küf kokusu ile ayağının kokusu birleşince kısa süreli bir baş dönmesi yaşadı. Koridora adım attı, duvarlara dokunarak ilerlemeye başladı. Duvarların fıstık yeşili rengi neredeyse sarıya dönmüştü. Gözleri doluverdi. Sağdaki tuvalete doğru kafasını uzattı. Sanki dipsiz bir kuyuya bakıyordu. Yürüdü. Mutfağın kapısı kapalıydı, açmak içinden gelmedi. Odanın kapısına geldiğinde onun da aralık olduğunu fark etti. Önce cilası iyice eskimiş kahverengi pervaza baktı. Çürümeye başlayan ahşabın içinde kurtçuklar dolaşıyordu. Buzlu camda belli belirsiz yansımasını izledi. Kapıyı itti, menteşeler avcısından kaçan bir kuşun cıyaklaması ile açıldı. Girişte başını döndüren o koku, burada da karşıladı onu. Olduğu yerden görebildiği kadarıyla oda boştu. Karşısında iyice paslanmış bir soba, hemen sağında rengi solmuş kırmızı bir koltuk, koltuğun arkasında tavana kadar uzanan bir yüklük vardı. Sobanın arkasında, pencereleri tamamen kapatan perdeler… Alındığı günkü kadar beyaz değiller. Halı, yıllandıkça güzelleşmiş sanki. Sade, düz, kahverengi bir halı. İki eliyle pervazdan tutundu. Eve bir göz attı. Nefesi, boğazında birikmeye başlamıştı. Ellerini çırpıp tozu silkeledi. Evin içinde yankılanan ses, midesine saplandı. İçeriye girdi, berjerin üzerinde oturan adamı gördü. Üzerinde derisi yıpranmış bir ceket, mavi gömleğin üzerine giydiği kırmızı bir süveter, altında ise genç işi bir kot vardı. Parmak uçlarını ayağının altına saklamaya çalışıyordu. Bıyığı ağzına giriyordu. Saçları kulaklarını kapatmış, gözleri yuvasına gömülmüştü. Adam, birden ayağa kalktı:

“Gel!” dedi, hıçkırıklarını tutamadı. Çok geçmeden ekledi: “Gel oğlum!”

      Boğazında tıkanan soluğunu birden bırakıverdi. Dizlerinin üzerine çöktü, “Ağğhh” diye bir sesten sonra sarsılarak ağlamaya başladı.  Adam kendini önüne attı, sarılmak istedi. Genç, hızlı bir şekilde ittirince berjere çarptı.

“Ne oğlu, ne gelmesi?”

“Ne desen, ne yapsan haklısın. Karşına çıkmaya yüzüm yok. Konuşmaya cesaretim yok. Sadece bir kez olsun görmek istedim seni. Beni affet oğlum!”

Ağlaması kesilmiş, düştüğü yerden kalkmıştı. Genç bakmıyor, yüzünü dizlerine gömmüş dinliyordu. Arada bir elinin tersiyle burnunu siliyordu. Adam, koltuğun kenarlarından destek alarak tekrar kalkmak istedi ama bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Oturduğu yerden konuşmaya başladı:

“Yapma oğlum, bunca yıldır çektiğimiz yetti. Yüzüme bak, konuş benimle!”

Sesi, boğazında tıkanan hıçkırıklarına çarpıyordu sanki. Konuşurken ağlamamak için çabalıyordu.

“Bir gün değil, bir ay değil, bir yıl değil…” diyebildi. Kafası dizlerinin arasına gömülmüştü. Sesi anlaşılmıyordu. Ağlamasına karışıyor, boğuk boğuk geliyordu.

 Adamdan herhangi bir hareket gelmeyince oluşan sessizliğin ardından biraz sakinleşti. Dizinin dibine düşen mektubu görünce doğruldu. Mektubu elinin tersiyle ittirince elini halıya sürttü. Elindeki acıyı bastırmak için tekrar dizine kadar gömüldü. İleri geri sallanmaya başladı. Neden sonra dayanamayıp berjerin dibinde duran mektuba uzandı. Adını görünce midesinde bir yanma hissetti. Kafasını kaldırdı, odada kimse yoktu. Babası yine bilinmezliğin kollarına savrulmuştu. Mektubu açtı, ağır bir tütün kolonyası kokusu yayıldı. Kafasını geri attı, sonra yaklaşıp tekrar kokladı. Bu kokuyu tanıyordu. Annesinin en sevdiği kokuydu. Mektubu çıkardı. Yavaş yavaş açtı, koku yoğunlaştı. Mektubu tamamen açınca üst köşeye tutturulmuş fotoğrafı gördü. Arkada deniz manzarası, babası ile annesi yan yana. Çocuk ikisinin arasında sıkışmış ama anneye daha yakındı. Babasının üzerinde sanki aynı ceket vardı. Annesi, beyaz yemenisini çenesinin altından bağlamış, kakülleri alnına dökülüyordu. Çocuğun üzerinde mavi bir tulum… Fotoğrafı alıp dudağına yaklaştırdı. Annesini öptü. Biraz önce hissettiği yanmalar, tıkanmalar hepsi birden kayboluverdi. Mektup, “Öksüzüm, oğlum!” diye başlıyordu. Ayağa kalktı. Perdenin ucunu kaldırıp dışarı baktı. Yağmur tanelerinin camdan kayıp gitmesini izledi. Perdeyi kapatıp sobanın başına geldi. Kapağı açtı. Kotunun çakmak cebinden çıkardığı zipposunu ağır hareketlerle yaktı. Birkaç saniye yanışını izledi. Daha sonra mektubu tutuşturup sobanın içine bıraktı.  Fotoğrafı aldı, babasının olduğu kısmı yırtıp mektubun üzerine attı; kalan parçayı cebine koydu. Kapağı kapattı, üstündeki gözü açtı. Ateşle tekrar buluşan soba gülümsüyordu sanki. Arkasını döndü, eve bakmadı. Başını döndüren kokuyu da almadı. Elini montuna bastırıp fotoğrafı hissetti.

      Gülmedi ama ağlamıyordu da.

 

Aralık 2021/Taşlıçay