Affedemeyeceğim şeyler var -en başta da kendim-. Bunlar öyle şeyler ki artık benim bile boyumu aşıyor. Çok uzadılar. Çok iyi besledim onları içimde, yemedim yedirdim, içmedim içirdim. Onları düşündüğüm kadar kendimi düşünmedim hiç. Büyüyüp serpildiler. Artık yuvadan uçma vakitleri geldi ama bırakıp gitmiyorlar beni, kök saldılar içimde.


“Belki sen onları bırakmak istemiyorsundur? Hiç denedin mi?”  

  

Denedim, hem kaç defa denedim. Bazen başardığımı sandım, unuttum, görmezden geldim onları. Ama öyle arsızlar ki geri geldiler hep. Kimi zaman bir bağırmayla, kimi zaman hiçbir şeye layık görülmemeyle. Ha ha. İlgisizliğin başkentine hoş geldiniz, işte bizim evimiz. Ne isterdiniz? Kavga? Tabii ki, her Allah’ın günü taze çıkar, dumanı üstünde. Huzursuzluk mu, bağırılma mı? Aman efendim tam yerine geldiniz oh oh. Başka? Sevgi, şefkat sizde bulunmaz mı diyeceksiniz. Maalesef onlar bizde yok, hiç olmadı. Siz en iyisi başka ülkelere bakınız. Mesela bir üst katımızdaki ülke bizim tam tersimizdir. Orda demokrasi vardır, özgürlük vardır. İnsanlarla rahatça konuşabilirsiniz, hatta biliyor musunuz anlayışla karşılanabilirsiniz bile. Birbirimizin eksiğini tamamlıyoruz. Kendi içimizin eksikliğini tamamlayamadık.


“Her şeyi alaya alıyorsun sen de, ciddi bir şey konuşulmuyor. Bu dediklerine de çok yüz vermişsin belli ki.”


Yüz vermedim, zaten kendileri çok yüzsüzler, olur olmadık yerde çıkıyorlar ortaya. Kaç kere azarladım insan içinde yapmayın diye ama dinleyen kim?


“Ben anlamam, iyi yetiştirememişsin demek. Hay Allah iyiliğini versin, beni de kendine benzettin.”


Nasıl yetiştirilir öğrenemedim. Beceriksiz bir öğretmendim. Okulda da her yolu dener ama yine en sonunda tepeme çıkarırdım öğrencileri. Kendimden başka herkese duyduğum merhamet miydi buna sebep? Yine de istediğim gibi sevmiyordu beni kimse. Anlamıyorlardı sanırım, gerçek beni göremiyorlardı. Galiba dışarıdan soğuk nevale görünüyordum. Üstelik bu yüzyılda kimse kimseyi gerçekten tanımak istemiyordu, ben de tanıtmak için uğraşmadım. Kaçtım hep insanlardan, sakladım kendimi. Heyecanımı gösteremedim zamanında, fırsatları kaçırmak benim işimdi.


O zamanlar da yine buna benzer bir şey olmuştu. Tek odalı küçük evimde uyandığım o gün sanırım hissetmiştim. Hissetmiştim ki alarmsız zınk diye uyanmıştım. Normalde alarm en az iki defa ertelenirdi çünkü. Uyandım. Uyandım ve kaldım. Yıllardır gözümü açtığım odayı ilk defa görüyormuşum gibi anlamsız bakışlarla süzdüm. Sol yanımda küçük –belki yaşı benden büyük- üstü çiziklerle dolu kahverengi komodinim vardı. Üstünde zar zor taşıdığı gece lambam cılız ışığıyla gece boyu yanmış. Bardaktaki su yarıya inmiş, gece kalkıp içmişim. Masamın üstü kitaplarla, karalama yaptığım kağıtlarla dolu, belli ki yoğun geçiyor gecelerim. Duvara, özenip dergilerin verdiği birkaç poster yapıştırmışım. Bazı yerlerde duvarın boyası dökülmüş, yer yer bant lekeleri var, kim bilir neleri sökmüştüm. Ruhumdan da neleri söktüm ki böyle izleri kaldı?


“Gel, gel, gel... Hoop, tamam yeter!” sesleriyle kendime gelip yaşadığım ana dönebildim. Pencereye gidip tülün ardından gizlice baktım -bu hareket bana hep sinsice gelmişti ve zevk almadığım da söylenemezdi-. Onunla ilk tanışıklığımız böyle oldu. Uzun boyu, İspanyol paça kahverengi kadife pantolonu ve acı yeşil paltosuyla bir anda nefesim olmuştu sanki, ciğerlerime oksijen dolmuştu. İşte dedim, işte ben bittim.


Bir yandan derin nefesler alıyor, bir yandan sanki boğuluyormuş gibi göğsümü tutuyordum. Bir anlık bir nazar, beni nasıl bu hale getirmişti? Ne vardı bu kızda bu kadar? Atkuyruğu yaptığı saçları her hareketinde bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Benim de göğsümde küçük bir oğlan çocuğu sallanıyordu. Nakliyeci ustalarla konuşurken çırak olduğunu düşündüğüm genç bir oğlan elinde kağıtlarla koşarak gelirken düştü de ne güzel gülmüştü, ben de onun gülüşüne ölmüştüm. Ne güzel bir tesadüftü Tanrım! Çıraktan aldığı kağıda bakarken kararsız bir ifade düştü bebek yüzüne. Ustaya gösterdi kağıdı, hesapta olmayan bir şeyler olmalıydı ki usta da kel kafasını kaşıyıp etrafa bakındı, sonra da uğraşmak istemeyen bir tavırla omuzlarını silkti, gitti kamyondan yavaş yavaş eşyaları indirmeye başladı. O da etrafına umutsuzca bakındı. Ne oldu canım, yardıma mı ihtiyacın var? Evet, Memet beyi arıyorum, buralarda oturuyormuş. İşte karşında ta kendisi. Ah çok şükür Tanrım, aramaktan bitap düşmüştüm, sonunda seni buldum, nerelerdeydin sen?


Perdenin arkasında ne kadar durduğumu hatırlamıyorum ama o hissetmiş gibi birden başını bana doğru çevirdiğinde kendimi yana atmayı akıl edebilmiştim. Sonra korka korka yanaştım pencereye, gizliden baktım tekrar. Yok bakmıyordu, hatta kendisi bile yoktu. O birkaç saniyede telaşla etrafa bakındım, sokağın köşesindeki bakkal Hüseyin’e doğru gidiyordu. Derin bir nefes verdim, susamış olmalıydı. Doğru ya çiçekler su ister, hava da sıcak. Ben de hemen kendimi toparlayıp dolabıma koştum. En güzel kıyafetimi giymeli, güzel kokular sürünmeliydim. Onun yanına yakışmalıydım. Acaba önce bir duş mu alsam? Nasılsa onların işi uzun sürer, gidip hızlıca bir duş aldım. İlerde ilk tanışma anımız hakkında konuştuğumuzda beni kötü hatırlamasını istemiyorum. Vakit kaybetmeden tekrar dolabı açtım, bir hayal kırıklığını da o yaşattı bana. Dişe dokunur tek düzgün kıyafet yoktu. Gözü çıkasıca! Şu zamanları düşünüp birkaç parça şey yedekleseydin ya kenara kıyıya. Şimdi kara kara düşünmezdin. Ne giyeyim ben şimdi eşofman mı! Hep evde olduğumdan, dışarı çıkarken de hep eşofman giydiğimden dolapta da çoğunluk onlardı. Mesleki zaruriyetten ötürü birkaç tane takım elbisem de vardı ama tanışırken de karşısına öyle çıkamazdım ya! Aman efendim bendeniz Memet, size karşı hislerim çok derûn ve ciddi olduğundan karşınıza böyle çıkmayı uygun gördüm. Sizin için de bir sakıncası yoksa buyrun nikah dairesine gidelim, mi diyeyim! Gerçi kabul etse pekala da gidebilirim. Yolda ona beyaz bir elbise de alırız. İki de şahit bulduk mu oldu bu iş. Benim ailem bir şey demez de onun ailesi darılırsa düğünü yaparız deyip alırız gönüllerini. Çocuklarımız olur bir kız bir erkek. Onları huzur dolu bir yuvada büyüteceğim, ben babamdan böyle gördüm kolaylığına kaçmayıp görmediğim sevgiyi de vereceğim onlara. Korkmayacaklar benden, sevecekler sadece. Ben onların içinde bir yara olmayacağım, böyle hatırlamayacaklar beni. Eksik hissetmeyecekler hiçbir zaman, başka babaları çocuklarıyla gördüklerinde burunları sızlamayacak. Ben de onlarla tamam olacağım.


Dolaptan zar zor düzgün bir kıyafet seçebildim. Geçen öğretmenler gününde bir öğrencimin aldığı gömleği (onu da ben almamışım) buldum. Kırık beyaz renkli, üstünde mavi şerit çizgi olan pamuklu hoş bir gömlek. Unutmayayım da sözlüsüne tam puan vereyim çocuğun, yuva kurmama vesile oldu ha ha. Bir de biraz eski ama idare eder dediğim koyu kahverengi kumaş pantolonu seçtim -onun pantolonu da koyu kahverengiydi-. Saçlarımı havluyla iyice kuruladım, yetmedi fön de tuttum. Dalgalı saçın zorluğu, önde küçük bir kıvrım kaldı öyle, inat etti düzelmiyor. En sonunda Nuh nebiden kalma jöle ile kotardım durumu. Sen misin işime engel olmaya çalışan, böyle yola getiririm adamı. Sadece özel günlerde kullandığım (daha doğrusu normal günlerde kullanmayı unuttuğum) parfümümü de bulup çıkardım. Bonkörce sıktım üstüme başıma. Ama çok fazla olmamasına da dikkat ettim, çiçeğimi soldurmak istemem. İyi iyi, bugün keyfim yerinde. Şakacıyım güzelim.

Heyecandan ağzım dilim kurumuştu, mutfağa gittim. Kaç bardak su içtim bilmiyorum, İstanbul’un son büyük yangını içimdeydi. Bir yandan da onunla karşı karşıya geldiğimde söze nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Onu tartışıyordum kendimle. Merhaba, desem. Kolay gelsin, yeni mi taşınıyorsunuz desem. Sersem! Elbette yeni taşınacak, hobi olarak eşyaları indirip çıkarmıyor ya. Heyecanını ona da belli etme. En iyisi kafamda bir metin oluşturmadan doğaçlama girmeliydim söze. Buna karar vermek bir nebze rahatlatmıştı beni. Ama hala hazır hissetmiyordum kendimi, volta atıp duruyordum küçücük evde. Neden sonra tam kendimi hazırlamış kapıdan çıkmak üzereydim telefon çaldı. Açmayacaktım ama ne olduysa elim gitti. Arayan müdür beydi:

“Alo, Memet hocam meraba nasılsın?”

“İyiydim müdür bey, siz nasılsınız?”

“İyiydim mi? Hayrola fena bir durum yok inşallah?”

“Yok efendim yok, öylesine edilmiş bir laf. Buyrun?”

“Hocam 11-A’dan Mevlüde, alt sınıflardan bir kızla kapışmış. Kızın annesi bu nasıl okul, bu nasıl öğrenci diye sabahtan beri beynimin etini yedi. Mevlüde senin öğrencindi değil mi? Bir el at şu işe, kurtar beni.”

“Müdür bey şu an çok mühim bir işle meşgulüm. Okula geldiğimde bizzat ilgileneceğim.”

“Valla bıktım artık bunlardan. Her gün ayrı bir tantana. Ne biçim bir nesil bu anlamadım ki. Nerde o eski öğrenciler.”

“Anladım müdür bey, ben ilgileneceğim.”

Adam konuşuyordu, konuşuyordu da ben duyuyor muydum acaba. Aklım dışarıdaydı bir an önce onunla göz göze gelmek için can atıyordum. Kulaklarım yanıyordu, sözlerin sonuna yetişebildim:

“…Senin öğrencin, iş sende. Daha da sorun istemiyorum.”

“Tabii.”


İnsanlar hep böyle zamanlarda bulurdu sizi. Böyle zamanlarda aramak akıllarına gelirdi, böyle zamanlarda işi düşerdi. Her zaman çok dakiktiler. Her şeyi zamanında yaparlardı, kötülüğü bile. Bir ben böyle dakik olamadım. Bir ben her şeye geç kaldım. Artık yetişsem de fark etmez.


Telefonu sonunda kapatıp evden çıktım. Kısa kesmeseydim daha konuşur da konuşurdu. Yok öğrencilerin tembelliği, üstüne bir de serseriliği. Neymiş hepsi haydut olmuş başımıza, nerde kalmış saygı, terbiye. Sorsan altı çarpı yediyi bilemezlermiş ama fiyaka da hep onlardaymış. Aslında tüm suç velilerdeymiş, onlar yüz veriyormuş hep. Bize de hep dırdır ediyorlarmış ama biz ne yapabilirmişiz ki! Küçükten yetiştireceklermiş, onların zamanında babaları bir bakış atarmış başlarını yerden kaldıramazlarmış değil ki böyle cevap verebilsinler. Eski yeniyi, yeni eskiyi beğenmez. Ben hiçbirini sevmem. Şimdi bunları düşünemem, saadetime mani olmayın yeter. Geliyorum güzelim.


Heyecanımı kontrol etmeye çalışarak apartmandan çıkmadan durup derin bir nefes aldım. Çıktığımda parlak güneş gözümü aldı, aydınlık bir sabah, hayat güzel. Neden sonra rahatsız edici sessizliğin farkına vardım, bilmiyorum. Sokağa çıktım, etrafıma bakındım deli gibi ama yoktu. Koca kamyon kuş olup uçmuş sanki.

“Oo hocam, bugün pek şıksınız.”

“Nereye gitti?”

“Ne nereye gitti hocam?”

“Kamyon Hüseyin bey, kamyon. Az evvel buradaydı.”

“Hee o mu. Valla bir beş on dakika oluyo o gideli.”

“Nasıl? Nereye gitti, nasıl gider?”

“Valla hocam ben de gördüm geldiler eşya meşya indirdiler. Sonra yanlarındaki kızcağız geldi buraya elindeki kağıdı verdi, dedi Gül sokak, Umut apartmanı burası değil mi? Nişanlım karşılayacaktı bizi ama kaldık sokak ortasında. Aldım kağıdı baktım, evet sokak doğru apartman doğru da burası Sarıyer değil ki, burası Fatih. Yazık kız İzmir’den gelmiş, İstanbul’u bilmez. Ustalara da mahalle adını söylemiş, çocuk arabada kağıdı bulmuş da öyle fark etmişler. Nişanlısı da sen ne kızı yalnız bırakıyorsun değil mi, yok hocam bu yeni nesilde iş yok kusura bakma. Neyse ki bana sordular da daha fazla oyalanmadan gittiler, yazık.”


Ben de öyle dedim, yazık dedim. Bakkal Hüseyin kendisini onayladığımı sandı, sevindi. Bense kendimi hiç onaylamadım, omuzlarımda tonlarca yükle bakakaldım sadece. En azından hiçbir şey olmasa bile benim bu dünyada var olduğumu bilmesini isterdim. Olmadı. Bu kaçıncı olmayıştı.

“Üzüldüm. Desene kaçırdığın onlarca fırsattan biriydi.”

Ama en güzeliydi. Yazık oldu.