Bir Kapı ve Bir Şeytan


Ölüm. Her yer karanlık ve ölü gibi sessizdi. Sadece düşünceleri hayattaydı. "Öldüm mü ben? Bir ölünün tekiydim her zaman, ama demek istediğim; gerçekten öldüm mü? Yani artık o dünyada değil miyim?"

Bunları düşünürken soğuğu hissetti. Soğuğu yüzünde karşılamıştı ve böylece yüzünü hissetti. Sonra hissiyatı yavaşça başına doğru yayıldı. İnsan hissettikçe var oluyordu. Artık başını da hissediyordu, başındaki o şiddetli ağrıyı da.


Acı. "Eğer öldüysem neden hala bu ağrıyı hissediyorum? Başım neden böyle zulmediyor bana? Of! Yoksa ölünce geçmiyor mu acılar? Ama hep geçeceğini anlattılar. Öyle yazdılar, öyle inandılar. Ben de inandım. Annem; ölmeden önce annemin de ağrıları vardı. Küçüktüm ama iyi hatırlıyorum. Özellikle son zamanlarında sabaha dek uyumaz, bana belli etmeden ağlamaya çalışırdı ama biri acı çektiği zaman, bunun kokusunu hemen alırız. Ben de alırdım, şimdi de alıyorum. Acı, peşimizi bırakmak istemeyen cana yakın bir sokak köpeği gibi. Ben böyle yaşamak istemiyorum. Bir dakika, ben zaten yaşamıyorum. Sanırım yaşamıyorum."


Soğuk. "Ya da yaşıyor muyum? Olamaz! Yaşıyor muyum? Peki bu her yeri saran karanlık ne?" Gözlerini açmayı denedi. Karanlığın köşesinden rahatsız edici bir ışık hüzmesi girdi. Sonra bu hüzme büyüdü ve her yeri kapladı. Artık her yer beyazdı. Göz kamaştırıcı bu beyaz dünyanın ortasında siyah bir leke belirdi. Leke büyüdü, bir silüete dönüştü ve etrafında yavaş yavaş diğer renkler de belirmeye başladı. Kadın karşısında duran bu silüetin ne olduğunu düşünmeye çalıştı. "Sanırım bu beni karşılayacak olan melek."

Sonra görüntü giderek netleşti ve karşısında duran zayıf bir adamın hayretle kendisine baktığını fark etti.


"Hayır, bundan melek olmaz... Neye bakıyor ki bu adam? Hiç ölü bir kadın görmemiş mi? Bu arada ben, ölmedim galiba ya, yine nerede sızdım?"


Başını kaldırdı, boynu tutulmuş gibi hareket ediyordu. Nerede olduğunu anlamak için etrafına bakındı ve işte o zaman, bir arabanın kaputunda olduğunu fark etti. Kendi kendine "Sızacak yer mi bulamadın be Seren?" dedi. Biraz daha dikkat edince, kaputta kana benzeyen lekeler olduğunu gördü. "Yoksa kendimi mi kestim?" diye geçirdi içinden. Hemen, önce bileklerini, sonra da üstünü başını kontrol etti. Aynı lekeler her yerindeydi ama kanayan bir yeri de yok gibiydi. Bu sefer "Yoksa başkasını mı kestim?" diye düşünüp telaşlandı.


Burnuna bir koku geliyordu. Kan kokusu değildi bu. Biraz sonra anladı, bu şarap kokusuydu. "Yine kaç şişe içip bu hale geldin, kim bilir?" diye kızdı kendine. Tekrar, batmış olan üstüne başına baktı "Hem bu sefer harbiden ağzımla içmemişim." dedi. Merak edip arkasını döndüğünde, arabanın ön camının da şaraba bulanmış olduğunu ve camın her yerinde kırık şişe parçaları olduğunu gördü."N'aptın sen Seren?" diye düşündü, biraz korktu.


İşte o zaman gerçek; bulduğu açık bir kapıdan hızla giren, sinsi bir fare gibi girdi aklının kapamayı unuttuğu kapısından. "Ben bugün bir şey içmedim!" dedi. Sonra o berbat kazayı ve her şeyi hatırlayıverdi. Öfkeli bir ateş vücudunu sardı ve hızla kaputtan aşağıya indi. Fakat ayakta duramıyordu çünkü sağ bacağı, kalçasından itibaren uyuşuktu. Onun bu halini gören adam yaklaştı ve koluna girmek istedi ama kadın onu sertçe geri itti.


"Dokunma bana!"


"Hanımefendi, hareket etmemelisiniz, ambulansı aramalıyız."


"Arama kimseyi geri zekalı! Yaşıyorum işte!"


Kadın topallıyordu. Kendini güç bela, binasının önündeki basamaklara attı ve acı içinde sızlanarak en üst basamağa oturdu. Bir gözünü tamamen açamıyordu, o da onu kapattı ve tek gözüyle şarap şişesinin karda yuvarlanırken bıraktığı o ize dikti. Tüm bunlar başına onun yüzünden mi gelmişti? Sonra kilitli olan, hemen arkasındaki dış kapı aklına geldi. Daha da sinirlendi. Hayır, her şey o lanet kapı yüzünden olmuştu.


Adamsa bu arada ne yapacağını bilmez, korkmuş bir halde, onun bu ilginç hareketlerini izliyordu. Soğuk ve stresten alt çenesini tutamıyor, üst çenesini dövmesine izin veriyor; takırdayan dişlerinden dolayı da kekeleyerek konuşabiliyordu.

"Ba-bakın, ben sa-sadece normal bir hızda... Cümlesini tamamlayamadı, biraz bekledi ve tekrar konuşmaya başladı. Siz bi-bir anda önüme çıktınız ve ne olduğunu anlayamadım. Lü-lütfen, en azından sizi hastaneye götürmeme izin verin."


Kadın kambur bir şekilde oturmuş, adama aldırış etmiyor ve açabildiği tek gözüyle hala aynı yere bakıyordu. Sonra duruşunu bozmadan, gözünü adamın ayaklarından yüzüne dek gezdirdi, onu iyice süzdü. "Pek zengin birine benzemiyor ama param da iyice suyunu çekti, şansımı deneyeyim." diye düşündü. Gözünü adama diktiğinden beri onu daha da korkutur olmuştu.


Bunun üstüne garip bir hareket daha yaptı. Diliyle, şarap yüzünden yapış yapış olmuş çenesinden başlayan, dudaklarının sağ tarafından devam eden ve hemen üstünde biten bir yarım daire çizdi. Adamın tüyleri ürpermişti. Şarabın aromasını ve paranın kokusunu alan kadınınsa yüzünde belli belirsiz bir keyif oluştu ama bunu hemen gizleyip sert bir ifade takındı, konuşmaya başladı:


"Ya sen aptal mısın?"


Adam farkında olmadan elini kaldırdı ve "hayır" anlamında salladı.


"Salak adam! Koskoca yol lan! Koskoca yol!"


"Bakın ben... ben..."


"Ya sus! Hala konuşuyorsun bir de. (Öfkeli bir tavırla sağına soluna baktı ve tekrar adama döndü.) Ya şu halime bak!"


Kadının üstündeki sarı pijama takımı şaraba bulanmıştı ve artık pek de sarı sayılmazdı. Kısa kıvırcık saçları bir daha çözülmemek üzere birbirine karışmış ve yine şarap yüzünden saçlarının bir tarafı kafasına yapışmış, ıslak bir haldeydi. Biraz sustular. Sonra kadın hafifçe inleyerek bacağını tuttu, aslında artık bir şey hissetmiyordu fakat inlemeye devam etti. O sırada "Arkadaşım, arabayı alır mısın?" diye bir ses duyuldu. Yol dar olduğu için bir sürücü geçememişti. Sürücü bu şekilde kaba bir tonda bağırmasa, burunlarının dibine kadar gelen arabayı fark bile etmeyeceklerdi çünkü gerginlikten hiçbir şey duymamışlardı. Bazen hisler en şiddetli seslerden bile daha gürültülü olabiliyordu.


"Bir dakika hanımefendi, hemen arabayı park edip geleyim."


"Gelmezsen, polisi ararım..."


Adam hızla arabaya koştu, batmış olan ön camını temizleme gereği bile duymadan bulduğu ilk boşluğa arabayı yarım yamalak park etti, hemen geri döndü. Kadın yine gözünü bir yere dikmiş, düşünüyor gibiydi. Bu arada diğer gözü de açılmaya başlamıştı. O anda, sanki yıllardır içinden çıkamadığı bir problemin cevabını bulmuş olan matematikçiler gibi heyecanlandı ve adama döndü:


"Ve sen onu mahvettin!"


"Ne?" Adam şaşırarak kaşlarını kaldırmıştı.


"O şarap, Fransa'dan teyzemin hediyesiydi."


"Ben, bilmiyordum." dedi ve bu sırada adamın sesi titremeye başladı.


"Öyle mi? Bilmiyor muydun?"


"Özür dilerim."


"Özürler neyi geri getirir ki?" dedi kadın sitemle.


Diğeri de sustu ve mahcup bir halde önüne bakındı.


"Yüz elli yıllıktı, hem de beş yüz lira değerindeydi."


Adam biraz daha sustuktan sonra konuşmaya başladı. "Bakın, eğer buysa kafanıza takılan..." Elini pantolonunun arka cebine attı ve parçalanmaya başlamış, eski bir cüzdan çıkardı. Şimdi, içindeki paraları çıkarıyordu, bu sırada tüm paraları çıkardığını belli etmek için de kadının gözünün önüne yaklaştı ve sonra hepsini uzattı. Avucunda bir yüzlük, bir ellilik ve birkaç bozuk para duruyordu. Konuşmaya devam etti. "geri kalanı da, hatta bir o kadarını daha bankamatikten çekip gelebiliri..." Kadın öfkeyle kesti sözünü:


"Ya sence benim derdim şu an para mı? (Bunu söylerken bir yandan paraları alıyordu.) Resmen yürüyemiyorum! Ben tek başıma yaşayan biriyim, markete nasıl gideceğim? Başka bir işim olsa nasıl göreceğim? Ya şu binada asansör yok! Asansör! Merdivenleri nasıl çıkacağım? Şu lanet kapı bile açılmıyor! Daha içeriye bile giremiyorum..."


Kapıdan söz ederken elinin tersiyle arkasındaki kapıya vurmuştu, demir kapıdan çıkan ses sokakta yankılandı. Adam konuşmaya çalıştı, "Hanımefendi, bakı..." diyebildi sadece çünkü lafı yine bölünmüştü.


"Ne hanımefendi? Bir de her haltı işledikten sonra beyefendi kesilirsiniz. Bankamatiğe gidecekmiş de, parayı çekip gelecekmiş. Nereden bileyim kaçıp gitmeyeceğini? Nasıl güveneyim sana? Hep siktirip gidersiniz zaten!"


"Kaçamam."


"Evet kaçamazsın tabii, vicdanın mı el vermez?"


Adam kadına doğru yaklaştı ve "Affedersiniz." diyerek oturduğu basamağa çıktı. Kadın şimdi öfkesine karışan merakla tepesine dikilen bu adamın ne yapmaya çalıştığını izliyordu. Kapıya doğru döndü ve cebinden bir anahtar çıkardı, ardından kapıya takıp çevirdi. Sonra onu sonuna dek açtı. Şimdi biraz daha sakinlemiş bir halde konuşmaya başladı cılız genç adam:


"Şey, bu kapı uzun zamandır arızalıymış sanırım. Kapanmıyormuş yani. Ben bu konuda biraz takıntılıyımdır da, dün gece bir tamirci buldum ve yaptırdım. Küçük bir parçayı değiştirince de hemen düzeldi zaten. Artık kilitlenebiliyor. Sadece daha güvenli oturabilelim diye. Dışarısı kötü insanlarla dolu değil mi? Bu arada ben yeni alt komşunuz, Emre. Bu yüzden de aslında bir yere kaçamam." dedi ve elini uzattı.


Kadın ağzı açık bir halde tepesinden ona uzatılan ele bakıyordu. Bu eli tutmak bir barış antlaşmasını imzalamak demekti.


"Az önce bahsettiğiniz şeyler için de hiç endişelenmeyin, herhangi bir ihtiyacınızda size yardımcı olurum. Genelde evde duran biriyim zaten. Numaramı da alırsanız, her durumda aramanız yeterli. Lütfen hatamı böyle telafi etmeme izin verin."


Kadın biraz, sessizce düşündü. Bu teklifi kabul etmenin en mantıklı seçim olduğunu anladı. Sonra da yeni komşusu Emre'nin uzattığı eli tuttu ve ayağa kalktı ama bu sırada yüzündeki sert ifadeyi de korumaya devam ediyordu.


"Beş yüz liramı hemen şimdi isterim. Ben de Seren."