Birkaç saattir bilgisayar ekranına düşen gölgeme bakıyorum. Aslında bana ait olması gereken gölgeye. Dağınık ve yer yer bozulmuş saçlarım alnıma düşerek görüntümle cümbüş oluşturuyor. Kısa ve bodur parmaklı ellerimle tuşlara dokunduğumda çıkan ses, kulaklığımdan beynimin derinliklerine yayılan sese eşlik ediyor. Hep birlikte beynimi allak bullak ederek eski bazı anıları depreştiriyorlar. Ruhum bedenimin hiç olamayacağı kadar yorgun. Bazen bu yorgunluğu bedensel yorgunlukla karıştırıp uyuduğumda geçmesini umarak yatağıma uzanıyorum. Ama her uyandığımda bu yorgunluk daha da artıyor. Belki de bu yüzden acıdan ve yorgunluktan kaçmak için uyumak istiyorum. Tabii bir de çoğunlukla yatağa uzandığımda aniden büyük hesaplaşmaların ortasında buluyorum. Görmek ve duymak istemediğim anları tekrar tekrar yaşıyorum. Bu tekrarlar o kadar artıyor ki bir labirente dönüşüyor.


Hangi yoldan gideceğimi, hangi kapıyı açacağımı bilemediğim bir labirent. Her seçimim bir sonraki adımımı belirliyor ama ben sonuca ulaşamıyorum. Sanki bir çıkış yokmuş gibi. Bu labirentin duvarları arasında sıkışıp kalmışım. Kimseler duyup göremiyor. Yalnızlık ve korku beni sarıyor. Bu labirentten nasıl kurtulacağımı bilmiyorum.


Labirentte ilerledikçe daha da karmaşık ve zorlu yollarla karşılaşıyorum. Bazı yollar çıkmaz sokaklara, bazı yollar tuzaklara, bazı yollar da döngülere götürüyor beni. Bir yerden tanıdık geldiğini düşündüğüm anlarda bile emin olamıyorum. Belki de daha önce geçtiğim bir yoldur, belki de labirentin bana oynadığı bir oyundur. Labirentin içinde zamanın akışını da takip edemiyorum. Saatler mi geçti, günler mi, haftalar mı? Bilemiyorum. Sadece yorulduğumu ve susadığımı hissediyorum.


Labirentte tek başına olmanın verdiği korku ve çaresizlik beni yavaş yavaş kemirip bitiriyor. Kendime güvenim azalıyor, umudum tükeniyor. Neden buradayım, nasıl buraya geldim, buradan nasıl çıkacağım? Bu soruların cevabını bulamıyorum. Labirentin bir anlamı ya da amacı var mı? Yoksa sadece acımasız ve anlamsız bir işkence mi? Bunu da bilmiyorum. Labirentin benden ne istediğini anlamaya çalışıyorum. Belki de bana bir şey öğretmek istiyordur. Belki de bana kendimi tanıtmak istiyordur. Belki de bana hayatın gerçeklerini göstermek istiyordur.

Labirentte ilerlerken bazen küçük ipuçları buluyorum. Bu bazen duvarda yazılı bir mesaj bazen bir köşede bırakılmış bir eşya, bazen de bir kapının üzerinde işaretli bir sembol oluyor. Bunlar labirentin sırrını çözmeme yardım edecek ipuçları mı? Yoksa sadece ben mi öyle zannediyorum, bilmiyorum. Ama yine de bu ipuçlarını takip etmeye karar veriyorum. Belki de labirentin sonunda bir çıkış kapısı, bir ödül ya da en azından bir cevap vardır.


Nihayet bir noktada labirentin sonuna geldiğimi anlıyorum. Karşımda büyük bir kapı var. Kapının üzerinde “Son” yazıyor. Ne bulacağımdan habersizim ama bir cevap olacağına da emin olarak kapıyı açmaya karar veriyorum.


Kapıyı açtığımda gözlerime inanamıyorum. Karşımda devasa aynalar var, ne yana dönsem ayna ve yansımalarla dolu. Labirentin içindeki her şeyin yansıması var aynalarda: duvarlar, kapılar, tuzaklar, döngüler… Labirentin sırrını, ödülünü ve cevabını görüyorum: Labirent benim. Tüm o problemler, cevaplar, dert edindiğim iyi ve kötüye dair ne varsa benim. Hepsi benden, bana yansıyan kendi benliğimin yansımalarından başka bir şey değil.


Aynalarda kendimi ve labirenti görünce şok oluyorum ama sonra anlıyorum: Labirent bana kendimi tanımam için verilmiş bir fırsat. Labirentte yaşadığım her şey aslında hayatın küçük bir modeli. Hayatta karşılaştığım her zorluk aslında kendimle olan mücadelem. Hayatta aradığım her cevap aslında kendimde saklı.


Bu gerçeği fark ettiğimde labirent birden kayboluyor ve yerini aydınlanmış bir salona bırakıyor. Salonun ortasında büyükçe bir masa var. Masanın üzerinde ise tek bir kağıt… Kağıdın üzerinde ise tek bir cümle yazılı: “Kendini tanımak en büyük bilgeliktir.''.