Başını sol kolunun üzerine salıvermiş şekilde bilgisayardan yorgun düşmüş gözlerini dinlendiriyordu. Mesainin bitmesine bir, bilemedin iki saat vardı. Zamanın en zor geçtiği dakikalar...


Ufuk, can sıkıntısından başını kaldırıp çatık kaşlarıyla ofisi süzmeye başladı. Karşı masadaki elemanların birbirlerini etkilemek adına şehvetli kur yapan gülüşlerini, insanın onuruna hakaret edildikten sonra atılan çirkin kahkahaları görüp duydu. Midesi bulanır gibi olduysa da aldırmadı. Alışkındı riyakâr yüzlere. Baktı; gerçekten de gösterdikleri yüzlerinin altında başka bir yüz yani iki yüzleri vardı. Çirkinliklerini, arzularını ve hayata karşı olan planlarını ancak ikinci yüzüyle yapabiliyorlardı. Ama kendisi kahrolası dünyanın onun planlarını asla gerçekleştirmeceğini de biliyordu. Farkındaydı, diğerleri gibi yapamıyordu. Karakterine aykırıydı bu. Üstelik hayatın yumuşak tarafını asla görmemiş, ucundan da olsa yaşayamamıştı. Yaşamamıştı!


Masanın üzerindeki fotoğrafa baktı. Karısını gördü. Hayatın ona kattığı tek güzel şey olabilirdi. Ona baktığı zaman yüzündeki acılarla yoğrulmuş bir geçmişin olduğunu görüyordu. Belki de bu yüzden mutluluğun kıymetini doğru yerde doğru zamanda tadıp, kıymetini en iyi bilen nadir kişiliklerdendi. Bir beklentisi de yoktu hayattan. Olsaydı ellerinde hayal kırıklarından başka bir şeyin bulunmayacağını tahmin edebiliyordu. Bir daha kendi kendine “Hayatın yumuşak tarafını hiç görmedik ki!” dedi.


Yüzünü yıkamak için ayaklandı. Riyakâr yüzlülerin yanından geçip aynanın karşısında yaşlanmaya yüz tutmuş yüzüne baktı. Daha otuz yaşına girmemesine rağmen otuzdan fazla gösteriyordu. Gömleğinden taşmamak için zor bela duran göbeği de onu yaşlı hissettiriyordu. Yanında ihtiyacını gideren diğer departmandaki elemana baktı: mutluydu. Yakışıklı denemezdi belki ama pozitif enerjisiyle al benisi vardı. Hani “yüzü gülüyor” dediklerindendi. Kendisine baktı: kıyafetler dağılmış... Yılgın bir göz, boşluğun tam ortasına düşmüşcesine bekleyen kaşlar ve hüzünlü halin peşinden getirdiği hafif sarkık dudaklar... En kötüsü de artık bir geleceğe, hayale sahip olamadığıydı.


Mutlu değildi. Mutlu gözükmüyordu. Mutlu olamıyordu.


Yüzünü kurulayıp lavabodan çıktı. Mutfağa geçip çaycıya seslendi: “Bana bir açık çay verir misin Emine Teyze?”


Eşarbının iki ucu omuzlarına düşen çaycı ağır adımlarla döndü: “Az önce demleyiverdim yavrum, azıcık bekle hele!” dedi.


Ufuk, “olur” anlamında başını salladı. Omuzlarını krem renkli duvara dayadı. Canı çay istiyordu. Günün yorgunluğunu bir bardak çay içerek adeta morfin gibi kullanıyordu. İçinden asla taze çaya yetişemeyiz ki zaten, dedi. Ufuk bir noktaya dalıp gitmişken önünden ellerinde çaylarla geçenleri gördü. Çaycıya doğru:

“Emine Teyze hani 5 dakika vardı çayın olmasına? Bekliyoruz ya burada!”


“Yavrum ben sizi mi takip edeceğim. Gel al işte. Bak, herkes kendi gelip alıyor!”


 Ufuk’un aklına o an gördüğü bir paylaşım geldi. Neydi o? “Bu ülkede çaycıyla samimiyet kur, üçüncü gün git çayını kendin al, der.” Sahiden de öyleydi. Yüz vermeye gelmiyorlar, ufacık bir samimiyet gösterisinden nem alıp sonra işini savsaklıyorlardı. Hepsi böyle olmasa da birçoğu böyleydi. Komşusu, yakın akrabası en çok da iş arkadaşları...


Emine Teyzeden tekrardan rica edip çatık kaşlara karşın çayını alıp masasına geçti. Kısa süre sonra masasından eşyalarını alıp yola koyuldu.


Metroya doğru ağır adımlarla yürüdü. Bir an önce eve varmak, eşine sarılarak tüm yorgunluğunu atmak, onun zarif gülüşüne sığınarak alelade geçen gününü sakince, yorumlamadan sadece dinlemek istiyordu ve bu anlarda kısa, etkili bir haz yaşanıyordu.


İnsan fışkıran durağa geldiği zaman hayatın gerçeklerine döndü tekrardan. Telefonlara gömülmüş kafalar, içindeki sıkıntının yüze yansıyan insanlar... Ara ara omuz atıp geçenler vardı. Çarpanlardan bir özür yok! Beklenmez ki zaten... Az daha kendisi özür dileyecekti!


Herkes bir yarıştaydı. Acelesi vardı. Olmalıydı da sanki. Bilemedi.


Birinci metroya bekleyenlerin ardında olduğundan binemedi. Kafalar cama yapışmış, adım atacak yer yoktu. İkinciyi beklerken biraz umutluydu. Kendisini öne atabilmişti. Çığlıklar atarak gelen metro durunca binmeye gayret etti ama arkasındaki yarma “pardon, pardon...” diyerek kendisini itmiş ve yine binememişti. “Hayvan oğlu hayvan! Nezaket gösterdiğini sanıyor. İyi bari kafana vurup pardon diyeyim bende!” diyerek içinden söylendi. Hep içinden söylenirdi zaten. Tartışmayı oldum olası sevmezdi. İnsanlara tahammül edemez, tartışmayı da asla uzatmazdı. Yapamazdı. Karşısındakiler onu ya anlamıyor -anlamamazlığa da vuruyor olabilir- ya da hep kendi fikrini enjekte etmek için çabalıyordu.


Saatine baktı. Bu sefer gelen metroya binmezse eve varışı, normalinden 30 dakika daha gecikecekti. Normal, günümüzdeki modernlikle yoğrulmuş kaba insanlardan biri olmaya karar verdi. Ailesinin küçüklüğünden beri öğrettiği doğruluğu ve yardımseverliği kısa süreli kenara attı. Biraz acımasız olmak gerekiyordu hayatta. Ancak bu şekilde hayatta kalınabiliyor, sözleri dinleniyordu. İyiye yer yok!


Metro gelince bir önceki metroda kendisine yapılanı yapmaya çalıştı. Yanındaki orta yaş işçisine iki dirsek atarak ve biraz itişmeyle ancak binebildi. Dirsek attığı adamın dudakları hızlı hızlı oynuyordu. Kesin küfür ediyor, diye düşündü. Başını çevirdi. Gizlice güldü.


Şimdi metrodaki tüm insanlarla omuz omuza verip rayların çıkardığı çığlıklar eşliğinde yolculuğunu yapıyordu.

Ufuk yine iki dirsek, biraz itişmeyle metrodan indi. Ağır adımlarla evinin yolunu tuttu. Renk cümbüşü olan cadde üzerinden geçerken ayakta zor duran devlet hastanesinin karşısındaki çiçekçiye baktı. Önünde durup cebini karıştırdı. 78 lirası vardı. Bunun onun maaşa bir hafta kalırken ki son parasıydı. Su faturası da aklına geldi birden. Fatura... Çiçek... Dayanamadı. İçeri girip papatya buketi aldı.


 Kararmaya yüz tutmuş semaya bakarak “Ah ulan,” dedi. “İliklerime kadar sömürdünüz beni. Bir sevgim, bir de insanlığım kalmıştı ellerimde. İnsanlığımı bugün herkes gibi kaba davranarak, sevgimi de ince hesaplar yapıp parayla kısıtlayarak zedeledim. Herkes gibiyim... Herkes!”


Başını öne eğerek yol boyunca söylenip durdu: “Ah ulan! Hiç mi gülmeyecek yüzümüz!”


“Ah ulan! Hiç mi!”


“Ah ulan!”


“Ahh!”



Son...