Bileğimi buzlu bir kovaya sokup hissizleştirdikten sonra bir usturayla kesmiştim. Ardından bolca kan kaybı ve baygınlık…
Bir sahil kenarında yüzüme değen tuzlu su dalgası ile uyandım. Doğrulup nerede olduğumu anlamaya çalışarak etrafa baktığımı hatırlıyorum. Denizle nerede birleştiği belli olmayan sarı kumsal, dalgaların getirdiği dallar, yosunlar ve üstünde genç bir kadının oturduğu kütük… Eski polaroid bir kameradan bakıyormuşum gibiydi gördüğüm her şey. Ayağa kalkıp kadının yanına doğru ilerliyorum. Ben adım attıkça deniz sanki benden tiksinir gibi daha da geri çekiliyor. Kadın, büyük bir bölümü mor olan saçlarını elleriyle tarıyor ve ben ona doğru ilerledikçe deniz tüm inadıyla çekilmeye hâlâ devam ediyor. Yüzünü göremiyorum, sırtı bana dönük. Islak kumda attığım adımları duymuş olacak ki bana doğru bakacak gibi oluyor. Tam yüzünü göreceğim esnada boyumu aşan dev bir dalga suratıma bir duvar gibi çarpıyor. O an irkilerek uyanıyorum. Küvetteyim, musluktan akan cılız su, karnıma çektiğim dizime kadar gelmiş. Bileğimdeki kesikten boşalan kan banyonun fayans zeminine, psikologların hastalarına gösterdiği mürekkep lekelerine benzer şekiller çizmişti. “Burada ne görüyorsun?” dese biri, “İdamına yürüyen bir salyangoz.” diyebilirdim belki. Kanın bir kısmı dirseğimden küvete belli bir ritimde damlıyordu. Tüm bunları yarısı kayıp bilincimle düşünürken, gerçekten ölmek üzere olduğumu bu gerçeğin tüm hiddetiyle anımsar anımsamaz tekrar bayıldım.
Uyandığımda, kanımın küvetteki suya damlarken çıkardığı o hoş ritme benzeyen bir “bip” sesi duyuyordum. “Bip... Bip... Bip...” Solunum cihazı ya da onun gibi bir şeyden geliyordu bu ses. Gözlerimi mavi mi, yoksa beyaz mı olduğuna karar veremediğim tavandan alıp yatmakta olduğum odaya baktım. Hastane odasıydı burası. Rüyada değildim ve bundan emindim. Çünkü rüyalarım bu kadar sıkıcı değildi. Peki ya nasıl hayatta kalmıştım? Tek yaşayan ve onu merak edecek pek kimsesi olmayan birini, gecenin bir yarısı kendini öldürmekle meşgulken kim, nasıl kurtarabilirdi?
Ne zaman kafamda sorular birikse iki elimi saçlarıma götürüp bir süre öylece cevap arardım. Yine bunu yapmak istedim fakat bileklerim plastik kelepçelerle yatağa bağlanmıştı. Bunu da becerememiştim.
Telaş içinde biraz debelenip durdum. Bu amansız çırpınış kendime zarar vermeyeyim diye bağladıkları o kelepçelerden ötürü beni epey bir yormuştu. Ardından tekrar bayıldım. Aynı sahilin farklı bir bölgesinde gözlerimi açtım. Kulağımda silik bir çınlama ve göğsümde ilginç bir hafiflik hissediyordum. İçimi gıdıklayan garip bir histi bu. Mutluluk diyemeyecek kadar sınırları olan, hüzün diyemeyecek kadar da yabancı bir his... Rüyada olmalıydım. Çünkü beni şaşırtacak hisler tarafından çevrelenmeyeli yıllar olmuştu.
Bir kütük üzerinde oturuyordum. Ayak bileklerime çarpıp duran dalgaları fark edince kalktım. Üşüyordum ve üstümde hastane önlüğüm vardı. “Bilinçaltım garip bir mizah anlayışına sahip.” diye düşündüm.
Etrafa baktığımda bir önceki rüyadaki o mor saçlı kızı tekrar gördüm. Benim ona baktığım önceki yerde o duruyordu şimdi. Onun kütüğünde de ben oturuyordum anlaşılan. Sırtı yine bana dönüktü. Ona doğru yürüdüm. Her adımımda içimdeki hafiflik ve kulağımdaki çınlama yükselmeye başlıyordu. Aramızda üç metreye yakın bir mesafe kaldığında içimdeki hafiflik sanki göğsümü parçalayarak genişlemeye devam edecek gibiydi. Ona seslendim. Kendi sesimi duyamıyordum. İşittiğim tek şey eziyet veren bir çınlamaydı. Elimi uzatsam omzuna değecek kadar yakındım ona artık. Öyle de yapmak istedim. Bileklerim okyanusun dibindeymişçesine ağır ağır harekete geçti. Ona doğru uzandığım anda yerden yükselmeye başladığımı hissettim. Aşağı baktım. Ayaklarım yerle temas etmiyordu. Giderek yavaşça göğe doğru yükseliyordum. Artık iyice yukardaydım. Bulutların içinden dahi geçmiştim. Sahil ayaklarımın metrelerce altında duruyordu. Bu mesafede o, bir noktaya benziyordu. Nokta halindeyken bile bir ağırlığı vardı sanki. Bir intihar mektubunun son cümlesini bitiren o nokta kadar ağır bir hissiyat veriyordu bana. Bu anlamsız anlamlandırmamın mantığını sorguladığımda yükselmem durdu. Birkaç saniye sonra düşmeye başladım. Kararlı bir düşüştü bu. Yalpalamadan yekpare şekilde itinayla düşüyordum. Ne bir korku ne de bir heyecan taşımadan...
Suya çakıldığımda önce beton etkisinin sarsıntısı ardından kulak zarlarımı yırtan basınca ve suya burnumdan ciğerlerime kaçan, kaçtıkça da solunum yolumu yakan tuzlu suya maruz kaldım. Ardından tekrar uyandım. Yine aynı hastane odasındaydım.
Terlemiştim. Sağ tarafımdan gelen tatlı bir rüzgar iyi geliyordu bu hararete. Kafamı oraya çevirince açık olan pencereden odaya yoğun biçimde dolan akşam güneşi gözlerimi kamaştırdı. Karşı bina cam bir gökdelen olduğu için ışığa ayrı bir kuvvet veriyordu. Gözlerimi kapatmak büyük bir kayıp sayılmazdı. Kapı tarafına refleks olarak bakmasaydım tekrar uyuyabilirdim belki. Çünkü komodinde üzerinde geçmiş olsun notuyla mor bir çiçek duruyordu. Dikkatli bakınca bunun hezaren çiçeği olduğunu gördüm. Uzanıp koklamak istedim. Varlığını unuttuğum kelepçeler engellemişti bunu. Hayatın bana dizdiği engellerin bu gibi can sıkıcı ufak anlarda belirmesi büyük bir eşek şakasından farksızdı.
Biraz sonra bir doktor girdi odaya. Bana bakmadan elindeki belgelere bir şey yazarak yanıma yaklaştı. Arkasından maskesinin kulak ipçiğini gevşeten bir hemşire girdi. Başlarda büyük sandığım oda şimdi üç kişi için çok ufak geliyordu. Doktor ucundan ışık çıkan bir kalemle gözlerimi kontrol etti. Bilincimin yerinde olduğuna kanaat getirdikten sonra kafasıyla hemşireye bir işaret verdi. Ardından hemşire bileklerimdeki kelepçeleri çözmeye başlamıştı.
Bu esnada doktor, “Neyse ki kesik fazla derin değildi. Büyük ihtimalle siz daha derine inmeden bayılmışsınız.” dedi.
Başarısızlığımın ilk defa tersi bir etki yaratmasına şaşırmıştım. Doktor bundan sonraki süreç için neler yapmam gerektiği hakkında tavsiyelerde bulunup odadan çıktı. Ölmeyi bile beceremiyorum diye düşündüm. İlk defa kendim için bir şey yapmak istemiştim. İşin komik yanı doktorun bana dediği ilk şeyin “neyse ki” demiş olmasıydı. Ölmeyi isteyen birinin bunu başaramaması onun için bir teselli değil ki? Bunu o da biliyor. Belki de, “Neyse ki bileğine açtığın amatör kesik fazla derin değildi. Bu sayede sana dikiş atmam daha zahmetsiz ve daha kısa sürdü. Ayrıca ölüm durumundan doğacak olan diğer evrak işlerinden de kurtardın beni. Aferin genç adam, bugün evime gittiğimde kollarımda ölen 21 yaşındaki bir genci karıma anlatmak zorunda kalmayacağım.” anlamında demiştir. Kim bilir?
Hava almak için hastanenin bahçesine çıktım. Üzerime bol gelen, sahibini bilmediğim beyaz bir tişört vermişlerdi bana. Altımda da dün geceden kalan pantolonum vardı. Dün gece küvetteyken çok ıslanmıştı fakat şimdi kuruydu. Üzerindeki kan lekeleri de öyle. Bahçede bir banka oturdum. Hasta yakınlarını izliyordum. Avucundaki bozuklukları tünediği poğaça arabasının ufak tentesinin altında sayan seyyar bir satıcı, telefonla bağıra bağıra konuşarak içerideki yakının durumunu bir başka yakınına haber eden bir adam, oturduğu bankta sallanır hâlde ellerini dizlerine bastıra bastıra silen ihtiyar, kucağında ağlayan bebeğine, içindeki sütü bitmek üzere olan biberonu dayayarak pışpış yapan roman bir anne ve daha fazlası… Hepsi tablo gibiydi. Kendine has hikayeleri olan çerçevesiz ayaklı tablolar... Hayat müzesinin nadide eserleri… Kederli mizaçları da sanatçıları Tanrı’nın o meşhur imzasıydı. Birden bir koku duydum. Ferah, iç açıcı bir parfüm kokusuydu bu. Kendini belli edecek kadar pahalı ya da sıra dışı bir koku değildi fakat 24 saatten fazla serum, ilaç ve plastik eldiven kokan bir binanın içinde kalmış herkes bu kokunun farklılığını hissedebilirdi. Kaynağına doğru baktım. Yanımda oturan bir kızdan geliyordu. Ne ara gelip oturmuştu? Yakaladığım kadrajı izlemekle meşgulken olabilirdi belki. Bakışıma karşılık verdi. Tekrar önüme döndüm.
“Neden buradasın?” dedi birden.
Herkesin kendi dertleri ile uğraştığı bir yer için fazla ilgi dolu bir soruydu.
“Soğuk algınlığı.” dedim.
Bana doğru biraz eğildi ve “Öyle durmuyor pek.” dedi.
Ona baktım. Fazla beyaz bir teni vardı. Koyu gözleri ve saçları olmasa güneşin yandaki ağacın dalları arasından sızan ışığı zannedebilirdim. Cevapsızlığımı uzatma kararı vermiştim ta ki o, “Buraya gelene kadar hastanede 4 koridor geçtim. Hepsinde en az bir düzine insan beş saniyede bir ya hapşırıyor ya da burnunu çekiyordu...” diyene kadar.
“Yani?” demiş bulundum istemeden.
“Yanisi,” dedi “Senin yanında 4-5 dakikadır oturuyorum, ne hapşırdın ne de burnunu çektin. Grip olmadığın belli.”
İlgimi çekmişti. Kendinden emin bir tavırda hızlı konuşuyordu. Kafasını sola doğru hafifçe yatırmış, cevap bekliyordu benden.
“Doğru bildin Sherlock.” dedim.
“Kötü yalanların tespiti için Sherlock olmaya gerek yok.”
Gülmüştüm. Uzun süre sonra ilk defa... Odama gitmek için kalkmayı düşündüğüm esnada:
“Neden bilek keserek? Daha acısız yöntemler var.” dedi. Geri yerime oturdum.
“Anlamadım?” dedim.
“Neden bileklerini keserek intihar denedin diyorum. Daha acısız yöntemleri var bunun. Ayrıca sağ bileğini değil, sol bileğini kesmen lazım daha kolay ölmek için. Atar damar sol koldan geçer.”
Neler olduğunu anlamaya çalışmak bu anın tadını daha da kaçırıyordu. Kimsin sen beyaz kız? Ayak uydurmak daha eğlenceli olabilirdi.
“İntihar ettiğimi nereden çıkardın?” diyebildim.
“Bileğindeki bandanadan.”
“İş kazası vesaire falan olabilir. İlk aklına gelen intihar mı? Başım sargılı olsaydı kafama sıktığımı falan mı düşünecektin?”
“Tamam... Yakaladın beni. Burada laf hızlı yayılıyor. İntihar gibi olaylar fazla rastlanmadığı için herkesin haberi var senden.” Dedi.
“Konumu böyle bir coğrafyada olan bir hastanede intihar vakalarına rastlanmamasına daha çok şaşırdım.”
“Hayır.” dedi gülerek. “Aslında intihar vakası çok geliyor. Ama ölmüş olarak… Canlı bir vaka daha heyecanlı.”
“Morgunuzda bir kişilik yer daha işgal edemediğim için üzgünüm.” dedim.
Elleriyle yüzünü kapatarak güldü. Ardından parmaklarını aralayarak bana baktı. Neden bilmiyorum, bu hareketi de komik buldum. Ufak bir tebessümle eşlik ettim. Saçlarını toplamaya başladı ve “Neden bilek keserek denedin?” dedi.
Garip bir ısrardı bunu merak etmesi. Bu günlerde çok garip şeyler oluyor gerçi. Durumu abes karışlayacak halde değildim.
“Sunuma dikkat etmeyi severim. Mesleki deformasyon sanırım...” dedim. Yalan söylüyordum. Çirkin, çarpık ve bulantı veren hayatımı sonlandırırken güzel bir ceset olarak gitmeyi istemek benlik bir son arzu değildi. Ölüm fikrinde estetiğe yer yoktur çünkü ölüm insanın son çirkinliğidir.
Gözlerini kısarak çocuksu bir merakla, “Aşçısın o zaman sen.” dedi.
“Mezun olabilseydim evet.”
“Değilsen neden mesleki deformasyon dedin?”
“Hep böyle küçük şeylere takılır mısın?”
“İntihar küçük mü?” dedi cebinden bir vişneli meyve suyu çıkarırken.
“Evet. Yaşamak kadar.” dedim.
Pipeti vişneli meyve suyu paketine geçirdi. Pipeti ters takmıştı, esnek tarafı kutunun içinde kalmıştı. Farkındaydı ama umurunda değil gibiydi bu. Şimdi de ben küçük şeylere takılıyordum.
_______________________
Wattpad çöplüğünde destek olmak için: https://www.wattpad.com/story/300625619-hazeran?utm
Kenan Birkan
2022-02-20T23:59:43+03:00Çok beğendim. Sadece bir romanın ilk bölümü olarak fazla yeterli geldi. Kısa bir öyküymüş gibi bitirmişsiniz. Devamı olmayacakmış gibi. Olmasa da olur gibi hatta. Nasıl olacak bakalım. Kaleminize sağlık, gerçekten çok iyiydi. 👌🏼👏