“Sinirim bozuldu.” dedi kendi kendine yürüyen merdivene ayağını atıp sarsıldığı anda. Ne aradığını bilmeden ve düşünmeden çantasına bakarken merdivenin bittiğini fark etmeyip sendelediyse de çabuk toparlandı ve durağa doğru yürümeye başladı. Adımlarını hızlandırdı. Metronun aurasından kurtulduğunu hissettiğinden midir nedir, “Ne biçim bir gün ya!” diyerek yavaşladı, eteğini çekiştirdi ve tekrar hızlandı. Ayağı burkulur gibi oldu, tekrar yavaşladı. Durdu, çantasını bu kez ne aradığını bilerek karıştırdı. Kağıt mendili aldı, itinayla açıp yanında yükselen duvara serdi yavaş hareketlerle. Eteğini tekrar çekiştirip oturdu. Ağlamaya başladı. Önce yavaş yavaş, sonra tempolu, sonra tekrar yavaş yavaş ve nihayet hıçkırarak… Bir mendil daha aldı, gürültüyle sümkürdü, itinayla katlayıp temiz kalan yerleriyle gözünün etrafını kuruladı, sustu.

Sağına soluna bakındı, ufukta kurtarıcı gibi gelen otobüsü gördü. Kalktı, eteğini çekiştirdi, koşmaya çalıştı, ayağı tekrar burkulur gibi oldu, durdu. Derin bir nefes alıp hızlı hızlı ama kararlı yürüyerek otobüse tam kalkacakken yetişti, bindi. Otobüs kartına para yüklemeyi unuttuğunu hatırlayıp tekrar morali bozulacakken turuncu ekranda sabah düşündüğünden de fazla para yüklediğini görüp rahatladı. En azından bunda sıkıntı çıkmadı diye düşündü ve ilk gördüğü yere oturdu. Oturduğunu oturunca fark edip tekrar sevindi. O saatte otobüs kolay kolay boş olmazdı. İşler yoluna giriyor galiba düşüncesi geçti aklından ve gözleri parladı. Biraz önce ağladığı için normalden daha parlak bir ışıltıyla parladığını düşündü gözlerinin, pazarda üstüne su serpilen sebzeler gibi. Önce gülümseyeceğini, sonra öyle bir günde gülümsemeye hakkı olup olmadığını, en son olarak da makyajı gitmiş ve böylesine bir halde gülse de ne olacağını düşündü ve kararından vazgeçmeyip gülümsedi. Bu arada otobüs çoktan iki durak gitmişti ve oturacak yer kalmamıştı. Bir süre çevresine boş boş bakınmış olmalıydı. Ne yapmıştı sahi?

Bir günde ne kadar çok şey değişiyordu. Yoksa bir saatte mi değişiyordu?

Dün akşam kocasıyla kağıt kalem almış okul günlerine dönmüşlerdi. Elimizde ne kadar var? Kimin ne kadar borcu var? Ne zaman gelecek? Arabayı satsak kaç lira eder? Kızın okul masrafı ne kadar olacak? Beş yıl tatile gitmesek de olur. Yok, o üç yıl olsun. Yeni yılda ne kadar zam gelecek? Terfiler ne olur? O zaman maaş ne olur?

Hepsini tek tek hesaplamış, pembe panjuru olmayan ama yine de yavaş yavaş yapacakları bazı masraflarla ideallerindeki o evi almaya karar vermişlerdi. Kredi çekmeleri gerekecekti ama kim peşin alıyordu ki zaten? Masadan kalktıklarında hesaplar tamamdı. İkisi de mutlu bir şekilde yatağa gitti ve uzun zamandır olmadığı kadar güzel bir gece geçirip üzerine güzel bir uyku uyudular. Artık onların da kendi evleri olacaktı.

Gün aydı, kendini iyi hissettiği zamanlarda giydiği eteğini giydi. Kendisinden başka kimse o eteğin öyle bir anlamı olduğunu bilmezdi.

Mesai başladı ve her zamanki standart işlerine bakmaya başladı. İki yıl önce kendi bulduğu Ukraynalı firmaya bir ay önce şimdiye kadar verdikleri en yüklü siparişi vermiş, iki yıllık güzel iletişimin hatırına güzel de bir indirim almıştı. Zaten iki yıldır bu adamdan kazandıkları paraların bir kısmı zam olarak maaşına yansımıştı ve bu seferki sadece maaş değil, aynı zamanda terfi olarak da dönecekti ona.

Bu yetmemiş, Ukrayna firmasının hâlihazırda limandan çıkmış bir teslimatının alıcısı büyük bir aksilikle hastaneye kaldırılmış bir süre işlerle uğraşamayacağı için ürünleri hızla nakit olmak kaydıyla devretmek durumunda olduğunu bildirmişti. Tam olarak aynı ürünler olduğu için bu fiyatı kaçırmak yerine 2 ay depoda tutarız malı deyip onu da kaçırmamıştı. Çok temiz iş diyordu. Asıl siparişin alıcısı hazırdı ve limandan direkt ona yollanacak çok güzel kâr kalacaktı firmaya. Çok ucuza gelen diğer kısmı da gelişine deyip satsalar bile oldukça yüklü bir kâr da oradan gelecekti.

Her gün hangi işi ne zaman yapacağı belliydi. Mesainin bitmesine az kalmış, bir gün önce attığı e-postaya gelen cevabı kontrol etme sırası gelmişti. Standart bir işti o aşamadan sonra ama yine de bazen ufak aksilikler oluyordu. Tüm ödemeler yapılmış, artık evrakların gelmesi bekleniyordu. Bir şey düşünmeden masanın etrafını dolaşıp tekrar geçti bilgisayarın başına.

Sandalyesine yerleşemeden patron girdi odaya ve sinirli bir şekilde “Ne oldu senin Ruslar?” dedi. Ukrayna olduğunu bilse de Ruslar diyordu hep. Patronun dün Ruslarla yemek yediğini ve bugün İstanbul’a geri döndüğünü anımsadı. Sinirli olduğunu fark etse de sebebinin onunla alakalı olmadığını düşünüp gülümseyerek cevap verdi “Ben de şimdi o işe bakıyordum. Ödemeler tamam, evrakları Ercan’a yollayınca başka bir şey kalmayacak. Zaten dün konuşmuşsunuzdur.” Cümlesini bitirmesiyle patronun zaten kırmızı olan yüzünün patlayacakmışçasına şişmesi ve parti balonu gibi olması arasında saniye bile geçmedi. Bu son sipariş çok yüklü olduğu için ani bir kararla Ukrayna’ya gitmeye karar vermiş, Ruslarla güzel bir yemek yiyip hatta yüklemeyi de birlikte yapıp gelecekteki daha karlı anlaşmaları garantiye almak istemişti. Kendisi halletmek istediği için kimseyi karıştırmamış Ruslar da hevesle gelin demişlerdi hemen. Fakat gittiği zaman şirketin kapı duvar olduğunu, Rusların pılı pırtıyı toplayıp gittiklerini görmüş tüm sinirini içine hapsetmiş ve şimdi patlamıştı. Ruslar tüm ödemeleri bankadan başka hesaba aktarmış ve buhar olmuşlardı.

Patron konuştukça başından kaynar sular dökülüyor, o her “ama” dedikçe patron daha çok kızarıyor, diğer odadakiler bakmaya cesaret edemiyorlardı. En son “Gözüm görmesin.” dedi. Belki başka bir şey ya da şeyler demiştir. Belki küfür de etmiştir. Şirket büyük zarar etmişti, hiç şüphelenmeden yollamışlardı parayı. Giden gitti dese de buradaki alıcı ne olacaktı? Ve bir sürü şey… Parça parça aklına geliyor, parça parça unutuyordu. Sadece “Gözüm görmesin.” lafı aklında çakılı kalmıştı.

Şok halinde iş yerinden çıkmış, önce taksiyle eve gitmeyi düşünmüş, sonra çok erken olacağını düşünüp metroya yönelmişti ve birazdan da eve girecekti. Girecekti ama nasıl girecekti? Bırak ev alma hayalini, patron dava açarsa beş parasız kalabilirlerdi. Belki dün akşam onu tutkuyla öpen kocası onu terk eder, çocuğunu da devlete verirlerdi. Bu işler hiç belli olmazdı. Sadece iki durak kalmıştı. Başını kaldırıp yanmayan “DURACAK” yazısını gördü. Eve nasıl gireceğine karar verip çantasından aynasını çıkardı ve bozulan makyajını tazeleyene kadar da otobüs durağa geldi.

Evin önünde durdu ve derin bir nefes aldı. Her zaman ne yaptığını düşündü. Normalde otomatik yaptığı her şeyi tek tek düşünmesi gerekiyordu. Önce anahtarları çıkarırdı cebinden. Anahtarları çıkardı cebinden. Sonra kapıyı açardı. Kapıyı açtı. Sonra anahtarı bırakıp paltosunu asardı. Anahtarı bıraktı ve paltosunu astı. “Kim geldi?Anne geldiii!!” diye seslenirdi. Bunu kızı bebekken başlatmış, 12 yaşına gelmesine rağmen bırakmamıştı. Bunu söylemek için önce yutkunması gerekti, yutkundu. “Kim geldi? Anne geldiii!” Kızı koşarak yanına geldi, her zamanki gibi sarıldı, gülüşünü korumaya çalışarak o da sarıldı. “Anne bana doğum günüm için ne alacaksın?” diye sordu. İki haftadır bunu soruyordu. Bir an ağlayacağını zannetti, kendisini tuttu, yutkundu. “Ne istersen alırım bir tanem!” dedi, daha sıkı sardı kızını.