burak güzel çocuktu ama çocukluğu değil,

sonradan öğrendik.

geç kaldık; sevmeye, öğrenmeye, anlamaya, anlaşılmaya.

en önemlisi, kendimize çok geç kaldık.

burak bizimle yaşıt ama bizlerin abi dediği bir çocuktu.

bizler yoksul ailenin çocukları, burak şatafatlı bir hayatın içinde büyümüştü.

büyülü spor ayakkabıları vardı,

inanılmaz güzellerdi, inanılmaz ışıltılı.

yürürken ışıkları yanan bir ayakkabı düşünsenize?

ne kadar basit değil mi şu an için bunu düşünüyor olmak.

bizler için tanrı katında yürümek gibiydi.

muhtemelen hayatımızda hiç sahip olamayacağımızı düşündüğümüz kadar muazzam oyuncakları olduğu bir şehir efsanesi gibi dilden dile dolaşırdı.

bu bile ona abi dememize yeterli bir sebepti elhamdülillah.

kocaman bir apartmanın dördüncü katında balkonu mahalleye açılan bir odası vardı saatlerce oturur izlerdi, olan biteni uzaktan.

bizler de onu uzaklardan.

zengin ailelerin oturduğu muhitlerin çöplerini karıştırırken bulduğum tetrisin heyecanını tarif etmek ne kadar imkansızsa çalışmayan pilleri tekrar çalışırlar diye ısırmak da o kadar gerçekti.

kenarda köşede oturup ısırdığım pilleri ağzımda görünce burak, gülümsedi.

o gülümsedi, ben utandım.

utancım, mahallenin parke taşları arasına sarkan astım krizi gibiydi.

avucunun içindeki iki pili uzattı bana, bunlar olur dedi.

o gün, daha çok sevmiştim onu.

bir şey vardı ama acısını saklamak için yanağına tebessümü dolduran bir şey.

bunu anlamak çok zordu, ama mutlu değildi.

bunu görebiliyordum, üzülmesin diye "annen" mi diye sormadım hiç.

annesi yoktu.

annesiz büyümenin acısını belki de babasız büyümem ile anlamaya çalıştım.

burak ağbi dedim, çok oyuncağın varmış doğru mu?

yok ki hiç dedi, hiç olmadı.

inandım.

çünkü inanmak inanılmaz rahatlatmıştı beni.

tetris ikimizin olsun dedim, sevinmiş gibi yaptı. bunu sonradan anladım.

sonra evden kaçışları başladı, yavaş yavaş.

benimle çöp karıştırmak istemiş, çöpleri karıştırıp bir sürü oyuncağa sahip olmak.

bir gün yasak bölge olan askeriyenin çöplerini karıştırmak için atladığımız tel örgülerinin ardında yakalandık.

korkutmak için koydukları bir odanın içinde saatlerce ağladım.

onun yerine de ağlamışım gibi, hiç ağlamadı.

korkmuyor musun dedim? hiç dedi.

sadece hiç.

kocaman bir hiç.

baban dedim? ağlamaya başladı.

babası hep dövermiş, kocaman apartmanın dördüncü katındaki odasında.

annesi burak doğduğunda ölmüş, babası da ölümünden sorumlu tutmuş çocuğu,

çocuk dememiş dövmüş,

annesiz dememiş, annesini hatırladıkça daha çok dövmüş.

saatlerce daha ağladık beraber,

çok korktular bunlar diye, gönderdiler bizi.

hem çok yakındı bana hem çok uzak.

ama çok güzel çocuktu burak.

bir sabah uyandım,

kocaman apartmanın mahalleye açılan dördüncü katının balkonundan düşüp ölmüş dediler.

bir hiç gibi baktım,

kocaman bir hiç gibiydim.

inanmadım,

inanmak hemen kabullenmek gibiydi her şeyi.

bir sonraki sabah yine gittim,

sonraki sabah.

ondan sonraki sabah.

hep aynı sabaha açılan bir penceresi vardı yaşamın.

değişmedi.

bir haftanın sonunda efsaneleşen şehir hikayesinin gerçekliği çarptı çocuk suratıma.

oyuncakları varmış ve bu gerçekmiş.

hepsini yığmışlar bir çöp kutusunun önüne.

bir çocuğu gömmüşler toprağın içine, ardında tekrar dirilebilir diye ısırılmış piller kalmış.