"Her an bir şey yaratmıyor muyuz zaten? Dilimizden, elimizden akanlar parmaklarımızın eşsiz izleriyle dokunuyor hep olan bitene."
Alışılagelerek kalabalıklaşan doğrular ve güzellikleri bir kenara bırakıp, sadece boya ile oynamak istedim bir gecenin yarısı. "Canım öyle istedi." Günlerdir boş kalmış 2 iri yarı tuval karşımda bekleyen ki oldum olası bekletmeyi sevemedim zaten. Her yere ve şeye erken gider de hazır ederim hep zihnimi. İçten içe stres olurum her birini beklettiğimde. Fakat gel gör ki bu 2 ayrı boş dikdörtgen ile günler geçti. Mutluluktan gözler doldu, anlar boldu, rüzgar çoktu, renkler coştu ve hepsi toplanıp, beni ağaçtan doğmuş ahşap bir sandalyeye totomu kondurdu. "Dut ağacının altındakinin eşi olan sandalye bahsettiğim."
Ee, nasıl yapacağım ben şimdi diye düşünürken:
- AMAAAN. BOŞ VEER. dedi ve çekti bir kenara; bu aralar hep başkaldıran ruhum.
- Ne yapmak istiyorsun, sen bana onu söyle.
- Resim işte, boyalarla oynamak, falan, bilmem.
Ses açmıştım bir kenardan; değiştirdi. Işıklar vardı; kapattırdı. Pürdikkatin, kusursuzluğun, doğru ve güzel bilineni yapma hedefinin gözlerimi baykuş misali açışıyla, o gecenin bir yarısı için fazla uyanıktım.
- Yok onları da kapat canım, lütfen.
('Canım' diye hitap eder bana zihnimdeki bin bir masalların karakterleri. Canım kelimesi birden itici gücüyle uzaktan seslenirken, zaten candan gelişiyle bir o kadar içten saçan yakınlıkta olur bazen. Neyse, parantezi kapatıyorum.)
-Hoppalaa.
Dedim. Sesli bir şekilde, demiş bulundum. Tamam, ikisini de kapattım. Bakan değil de gören açıldı böylece ve ben işte bu resmin yarısını gözlerimin kapanışıyla fırçaladım, arada görüp seçtiğim renklerimle.
Zaten iki ay önce kadar sanırım; bedenime bir dövme gelmişti: ‘Braille Alfabesi’. Gözlerin kapalı olduğu dilden. En içerden anladığın, dokunarak benimsediğin işte o alfabe ile ‘’Yarat’’ yazıyordu artık. Neredeyse tek sevdiğim emir cümlesinin zihnimin renklerini anımsatan birkaç tonun denkliğinde. ‘’Al oradan rengini, kapat gözlerini, kendindeki renkleri neye büründürdüysen baş parmağındaki boş fırçana kondur ve Yarat böylece.’’ der gibi.
Birbirinden alakasız darbeler, birbirinden bağımsız farklı fırçalarla geldiler mi bir araya? Gelmişler. Bu anlarda kendiyle, dev döngüsüyle, gördükleri ve belki de bildikleriyle bazı renklere gizlenmişler. ‘-miş ve -mışlar’ evet, bakamadım çünkü. Açınca fark ettim. Bahçedeki yarım yamalak olgunlaşan kırmızı dut olmuşlar, denizden ve gökten özündeki döngüsüne göç eden bir kuş, göçten döndüğü yuvasında toprağına köklenmiş kendini hatırlatmak için evirilen insanın silüeti, ve tonlarca akan şey.
Akmasına, çevirip çevrilmesine izin veren suya sonsuz biri, bir yer, bir an; bir ‘nasıl’ ile.
"Ne istiyorsun" diye soranın neden bu kadar ısrarcı oluşunu bir gece yarısından kopmuş az zamanla anladım işte. Senin için yaratılmayı bekleyen bir büyük boşluğun ‘nasıl’ doldurulacağını.
Kendimce ve kendince,
Bir yudum ile sudan,
ve su gibi,
Akıp gidermiş böylece.
*made by closing eyes.
‘Casa Seabird
Palamutbükü’23