Gecenin ölümü günün doğumuna bedelken ve gece ölmeye, gün doğmaya yakınken düşünmek seni. Düşünmekten başka bir çarem de yok, yaşayamıyorum seni. Ve yaşayamadığım nice şeyler gibi düşlüyorum seni de.


Bir çobanın dağ başı yalnızlığı gibi seni düşünmek; gülüşler, haykırışlar ve belki ağlayışlar içinde ama nafile; duyan yok yine beni, benden başka. Üstelik, ben bile bana bir başka; dağda ben, şehirde ben. Yalnızlığımdır dağ benim. Şehirler... Ah, o sahte sokak ışıltıları içindeki yalnızlığım.


Plan yapardı devrimin haylaz çocukları; devrim, şehirlerden kırlara mı, yoksa kırlardan şehirlere mi olmalıydı? O çağı bilmem fakat medet ummam bu çağın şehirlerinden. Kırlar huzurdur, kırlar yalın ve kırdan gelmeli her ne gelecekse, ki ben bir kır olsam; bu veba, bu sıtma, bu virüs, bu sensiz çağda, ölüm uykusuna yatarım.

Ölün ulan, ölün! Sen ne kattın insanlığa da, ne katacak senin dölün? Yerin yedi kat altına kadar gömülün. Beni de gömün. Asya’nın tam ortasına, Anadolu’nun mevsimlerine, saçlarının gölgesine.


Her şey eskir, zaman hariç. O, hep, gece ile günün dönüşünden ibarettir, bu da ona ibadettir. Ona saat, saate gün, güne ay katan sensin. Be vaktinden habersiz, biçare! Sen ne diye ömründen gün düşersin? Her gününü bir ömürmüşçesine geçirsene! Firavunların o şatafatlı sofrasında, en bulunmaz nimet de olsan, boka karışırsın sonunda. Şatafat ve makam, mevki böyledir; tüketir seni. Ve biz, tükeniş ikliminin buzul çağını yaşıyoruz. Milyonlarca yıl sonra felaketlerinin bakterileri yine biz olacağız, ileri çağın canlılarına. Eğer hâlâ yaşam varsa ileri çağlarda.


Neyse, ne diyordum? Ben bile bana bir başka. Ben kendime en yakın olan şeydim oysa. İlk gökyüzüne daldığımda uzaklaştım kendimden, henüz kendimin bile farkında olmayacak yaştayken. Ben şimdi, kınından çekilmiş bir kılıç gibi dursam da bilirim geri döneceğim yeri.


İnsan avcısı bir tüccarın uşağının tuttuğu zincirlerimin ucundaydı kaderim. Aslında uşağın da kaderiydim ve belki tüccarın da. Ne diyordu Marx; “Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok.” Oysa bizim, onu da kaybetmeye cesaretimiz yok. Çünkü biz, kendi bulduğu ateşe tapınmış genlerin temsilcileriyiz. Korkularımızı da tanrılarımızı da kendimiz var etmişiz. En yüksek zirvelere tırmanmanın kibrini, berrak nehirlerin içinde altın bulma hırsını, aç kalmamak için doymamayı öğrenmişiz.


Söz ne zaman senden açılsa böyle oluyor. Fincandan çıkan buharı, ilk ateşin dumanı gibi görüyorum ya da Mississippi’de bir buharlı gemi. O günden bugüne ateş sönüyor, duman çekiliyor, gece sabaha evriliyor. Ve yine böyle bir gece, kalemi tükeniyor belki La Fontaine’in ve gerisi hikâye, bilirsin işte o hikâyeyi; iyi ile kötünün iç içe geçtiği.