Bilinmezlik olduğu zaman imkansız bile olası gözüküyor insanın gözüne. 'Acaba' düşüncesi öldürüyor hepimizi her geçen saniye. Gelmeyecek yarınları beklerken zehir gibi işliyor kanımıza. En uç hayaller dolaşıyor içimizde. Bir bilinmezlik bizleri yarınlara götüren, bir bilinmezlik bizleri her saniye öldüren. Yitik aşkların özlemi, kaybolmuş davaların hüznü, geçmişe hasret, geleceğe kaygı... Hayatı gerçekten yaşıyor mu insanlar, yoksa sadece olan biteni izliyor mu?

Bu tüketim toplumunda anlamlı kalabilen bir şeyler hala var mı? Para kazanıp duygularımızı yaşarken önceden, artık duygularımızı satıp para kazanmaya çalışıyoruz. Araçların amaca dönüştüğü bir dönemde hangi duygu gerçekten hissedilebilir ki?

Verim Tanrısının küçük köleleriyiz biz. Maddeler dünyasında huzursuz hayaletleriz. Varoluşumuzu unutmuş halde barbarlığa dörtnala koşuyoruz. Beş-on dakika terlemek için aşkı, dokuz-beş rahat ofis işi için hayallerimizi, mide bulandırıcı seviyeye ulaşmış olan bir gösteriş için samimiyeti, her zaman daha fazlasını büyük bir açgözlülükle istediğimiz için insanlığımızı kaybediyoruz. Her zaman daha fazlası, her zaman daha iyisi olmak zorunda. Bedenimiz, yaşantımız kınadığınız ve aşağıladığımız Nazilere dönüşürken; ruhumuz bir Yahudi, trenle Auschwitz’e giden.

Bu sığır çiftliğinde verimsiz inek hayatta kalmamalı. Öyle söylüyor verim Tanrısının deri koltuklarda oturan takım elbiseli rahipleri. Ayağı takılan biri aforoz ediliyor hemen ve cadı avı başlıyor. Gündüz cennetten arsa satan bu rahipler, geceleri ancak cehennemin en dibinde çıkartabilecekleri günahları işliyor. Dünyanın yarısı açlıktan ölürken, diğer yarısı tokluktan telef oluyor. Hırsızlar dışarda gezerken, tacizciler otobüs duraklarına yürürken, katiller mutfaklarında bıçaklarını bilerken; öğretmenler dört duvara kapatılıyor, yazarlar hapishane duvarlarını karalıyor. Gariban ağlıyor, zalim gülüyor. Duvarda asılı bir adalet yazısı, cepsiz cüppeler ve başlıyor bir tragikomedya herkesin rıza ile oynadığı. Herkes rolünde memnun. Herkes susuyor. Tiyatroyu bitireceğiz diyenler var, arka ceplerinde başka bir oyunun bileti varken satılmaya hazır. Eziliyor arada figüranlar, kimsenin umursamadığı figüranlar. Çınlıyor kulaklarında herkesin:

”Kutsal davamız için ölmeye hazırız."

Oysa davaların insanları yaşatmak için var olması gerekmez mi? Neden bunca insan kutsal(!) davalar için yok oluyor?

Çığırından çıkmış bir dönem bu; hayvanın daha fazla insan, insanın daha fazla hayvan olduğu. Tepetaklak olmuş bir düzen bu; günahkarın aziz, suçlunun yargıç olduğu. Geçerliliğini yitirmiş bir sistem bu; aracın amaç, verimin Tanrı olduğu. Ruhu öldüren bir beden bu; aşığın deli, masumun cellat olduğu.

Hamlet’in de dediği gibi ”Çığırından çıkmış bir dönem bu. Ey kör talihim benim! Bana düşmez olaydı düzeltmek.“