Sıradan bir günün ortasında herhangi bir adam ve herhangi bir diğer adam, Eminönü’nde iskemleler ve küçük masalardan oluşan kahvecide oturmuş bazen havaya, bazen denize bakıyorlardı. İnsanı sıkan bunaltıcı bir hava vardı. Haliç çıkışına bir gemi demir atmıştı. Gemiden alınan mallar kancabaşlarla paldır küldür iskeleye taşınıyordu. İskelede bekleyen Rum mal sahibinin gemiden kancabaşlara inen her malda yüreği ağzına geliyor, Kıbrıs’tan gelen şarapların kırılmasından çok korkuyordu. Herhangi bir adam ve herhangi bir diğer adam gündelik meselelerden konuşuyorlardı. Bir müddet sonra herhangi bir adam başından geçen ilginç bir olayı anlatmaya hazırlandı. Gelin şu sohbete dahil olalım:


— Herkes hayatında çok ilginç deneyimler yaşamıştır. Benimki de böyle bir deneyimdi birader. Herkes dedim diye sıradan bir acayiplik sanma. Bu gerçekten bambaşkaydı.

— Girizgahı geç efendi, merakımı celbettin. Anlat, seni dinliyorum.

— Bir kahve söyleyelim, acele etme.

— Delikanlı! Bize iki az şekerli kahve!


Garson ihtiyarlara kahvelerini getirdikten sonra iki arkadaş masaya yaklaşıp iyice birbirlerine sokuldular. Kahvelerinden bir yudum aldılar.


— Günlerden bir gün Galata Köprüsü’nde yürürken zaman mefhumumu kaybettim. Bu yüzden hangi gün, ay, yıl olduğunu şu an bile söyleyemiyorum. Köprüde yürürken her zamanki gibi sigaramı tüttürüyor, denize ve ara ara Süleymaniye’ye bakıyordum. Bilirsin, Süleymaniye’yi Sinan Ağa sırf kış mevsiminde sisler arasında göz zevkimize hitap etsin diye de inşa etmiştir. Neyse, Eminönü İskelesi'ne doğru merdivenleri indikten sonra iki gevrek simit aldım. Sahile oturdum ve dalgalar kıyıya usul usul dokunurken bir simidi kendim yedim, diğer simidi martılara yedirdim.

— Buraya kadar hiçbir acayiplik sezmedim. Üstelik kahve içmeme rağmen uykumu getirdin. Hızlan biraz efendi. Bir hikayecik anlatacaksın, Adem’den başlıyorsun!

— Hatibe müdahil olma, vallahi kalkar giderim.

— Tamam tamam, kızma. Hala seni dinleyebilmeye muktedirken anlat. Merakım gitmiş değil ama geç artık şu simit faslını canım!

  

O sırada güneşin rengi parlak sarıdan turuncuya doğru dönüyordu. Deniz sakinleşmiş, bazı martılar yuvalarına doğru uçuyorlardı. Çoğunun yuvası Kadıköy önündeki koca dalgakıranda olduğu için boğaz rüzgarına kapılıp yalpalayarak tepelerden Anadolu yakasına süzülüyorlardı. Martıların ayakları uçarken çok komik bir haldeydi. Bu perdeli ayaklar, güneşin sıcak ışığına karışan turuncu meyveler gibi gökyüzünde bir sağa bir sola sallanıyordu. Herhangi bir adam tabakasından bir sigara alıp yaktıktan sonra devam etti.


— Nerede kalmıştık? Simit! Simitler bitti birader, hiç gözlerini büyütme. Denizden gözlerimi ayırıp Valide Sultan Camii yönüne doğru baktığımda öyle bir şey oldu ki! Yirmi dakika önce onlarca insanın yürüdüğü meydanda kimse gözükmüyordu. Şaştım kaldım. Köprüye göz attım, tüm dükkanlar kapalıydı. Balıkçılar yoktu. İçim ürperdi. Gerçi bu şehri insansız daha çok severim lakin bu olayın bir lahzada gerçekleşmesi tüylerimi diken diken etmeye yetti. Kendimden şüphe etmeye başladım. Köprüde bir acayip olmuş, zaman mefhumumu kaybetmiştim. Şimdi ise hatırlamadığım bir sarhoşluk içinde olduğumdan ya da bilinç kaybına sebep olabilecek kadar esrar içtiğimden şüphe ediyordum.


Herhangi bir diğer adam, hikayenin acayipliğinin farkına varınca keyfe geldi ve fincandaki son kahveyi telveyle karışık olmasına aldırmadan midesine indirdi. Tüm dikkatini arkadaşına vermiş, merakla dinliyordu.


— Kendi kendime düşünceler içindeyken Sirkeci tarafından yüksek sesli bir müzik sesi duydum. Yanılmıyorsam Hammamizade İsmail’den bir peşrev çalıyordu. Müzik sesi birdenbire kesildi. Adım sesleri gelmeye başladı. Sesler her adımda bir ton artıyordu. Çok geçmeden bana doğru gelen bir kadın silüeti gördüm. Yaklaştıkça yavaş yavaş suretini görebildim. Tanıdığım biri değildi. Orta boylu, zayıf, saçları omzundaydı. En dikkat çekici özelliği ay kadar beyaz olmasıydı. Gelip yanıma oturdu. Siz kimsiniz, dedim. Asıl sen kimsin, diye cevap verdi. Kim olduğumu unutmuştum. Adım aklıma gelmiyordu. Nereden geldiniz, dedim. Senin geldiğin yerden, dedi. Ne var ki geldiğim yeri de unutmuştum. Uzun uzun düşüncelere daldım. Bunu gören kadın uyanmana sevindim, dedi. Her sözü beni bir kat daha düşünceye sevk ediyordu. Kendi içimde kaybolsam yeriydi. Kadının yüzünde müthiş bir tebessüm oluştu. Korkuyorsun, daha hazır değilsin, birkaç yüzyıl daha beklemeliydim, uyu artık, dedi ve kendini denize attı. Hemen kalkıp suya baktım. Suda bir insan bedeni yerine lale yaprakları vardı. Rengarenk lale yaprakları... Kafamı sudan kaldırdığımda önce köprüsü sonra kulesi kayboldu Galata’nın. Yere yığıldım. Gözlerimi açtığımda elinde olta olan bir balıkçı beni yerden kaldırıyordu. Her şey normale dönmüştü.

— İlginç… Bununla beraber sadece bir rüya dinledim. Gerçeklik yoktu. İlginç ama beni çok etkilediğini söyleyemem. Kadın güzel miydi bari?


Herhangi bir adam kahve fincanını eline aldı fakat kahvenin soğuktan katılaştığını görünce fincanı tabağa geri koydu. Herhangi bir diğer adama sakince baktı ve devam etti.


— Gerçeklik diyorsun, doğru mu işittim? Sen kimsin ve şu an neden burada kahve içiyoruz?


Bu soru karşısında herhangi bir diğer adam hayretler içerisinde kaldı. Gerçekten o kimdi? İsmi aklına gelmiyordu. Herhangi bir adam, parmağını havaya kaldırdı ve birden gece oldu. Parmağını Valide Sultan Camii'ne doğru götürdü ve bir anda koca cami yok oldu. Sirkeci Garı’nı işaret etti, gar birden Sirkeci’den ayrılıp Eminönü’ne sürüklendi. Parmağını yere değdirdi, yüzyıllık taşlar birden güle dönüştü. Her şey birden oldu. Karşısındaki adam şaşkınlıktan bayılacaktı ancak herhangi bir adam konuşmayı sürdürdü.


— Gerçeklik dediğin nedir? Bu bir rüya mı? İşin aslını anlatayım. Beni uyandıran balıkçı sendin. Bak yanında kovan duruyor. Bugün deniz pek cömert değilmiş anlaşılan. Beni yerden kaldırdığında içimde bir ağacın büyüdüğünü hissettim. İç sesim ayrı, ben ayrı konuşuyordum. O kadının sesini duymaya başladım. Bana gerçeğin ve rüyanın büyüsünü anlattı. Adın Cemal, Cağaloğlu’nda bir gazetede çalışırsın. Bugün cuma tatili diye aldın oltanı, sahile geldin. Beni yerden kaldırmak senin kaderindi. Kafan çok karıştı, anlıyorum. Bunları sana bilahare açıklayacağım. Uyumak ister misin?

— Efendim siz büyük bir zatsınız. Lütfen beni affedin. Size saygısızlık ettim.

— Saçmalama Cemal. Ne büyüğü, ne zatı. Çok yanlış bir noktadasın. Tahminimden daha zor olacak anlaşılan. Şu sözlerimi asla unutma, sen ben varım diye varsın. Varlığını bana borçlusun. Senin Tanrı'n değilim, senin ahbabın da değilim. Sen benim muhayyilemin içindesin. Aynaya baktığında kendini göremezsin, sadece gözlerimde görürsün. Şimdi uyuyacaksın. Biri seni yerden kaldırana kadar uzun bir zaman geçebilir, sen bunu hissetmeyeceksin, korkma. Yerden kalktığında seni yalnız bırakmayacağım. Hatıram daima içinde kalacak. Uyu şimdi, uyu, uyu…


Ve Cemal kafasında binbir soru işareti ile uyudu. Çoğu kişiye ve Samatya eşrafına göre bu adam aslında uyanmıştı. Uzun süre At Meydanı’ndaki kahvelerde bu husus tartışıldı ancak bir sonuca varılamadı. Bilmem ki şimdi ne denir, ne söylenir. En iyisi uyumalı. Bir başka hayata uyanabilmek için...



B. Aydın - Eylül 2021