Yol uzun değildi, yavaş yavaş yürüyordum. Durdum. Bir cümbüş vardı. İnsanlar vardı. Görev edindikleri şeyleri yapıyorlardı ciddiyetle ama eğlendiklerini düşünerek... Onları cümbüşü ve telaşıyla baş başa bıraktım. Yanlarından yürüdüm. Zayıf ve yorgun görünümlü bir kız dert yanıyordu, “Bu sevmeden ölmektir,” diyordu. Karşısındaki göz doldu, kendi acısını döktü, “Artık nefesi zor alıyor abim, ciğer hastalığı...”
“Ah,” dedim içimden, “demek öyle!” Sizi hiç kimse sevmedi de- mek ki? O yalandan akıtılan gözyaşlarının, huzurun yerine tercih edilen tutkunun o “şuh nesnesi” siz olmadınız? Ne büyük acı! Acı- lar yarışıyor. Hiç sevilmemiş bir kadının acısıyla, çok sevilmiş ama şimdilerde tek bir nefesi tek başına alamayan adamın acısı yarışı- yor. Saçmalamayın! Acı, düştüğü kalbin ağır olanıdır. Her birinin yükü ağır, sözleri tükenmiştir.
Az ileride dünyayı sadece annesinin gözlerinden görebilen bir genç kız yaşıyor. İsmi Serpil. Kör bir insanın hayatı nasıl olur size anlatacak değilim, dünyanın bin bir rengini görürken siz de anlaya- cak değilsiniz. O halde tekrar ediyorum: bazı acılar şahsi, yerleşik ve hafif hüzünlüdür. İnsanı içeriden kemiren sürekli maruz kalma durumudur. Çokça ve bir kere değil, az az bir kokunun içinde olup artık varlığına alışmak kadar az. Ama hiç uzak durmaya fırsat kal- mayacak kadar sürekli. Kör olan güzel Serpil’i görmezden gelmeye devam edebilirsiniz artık. Hikâyesi burada bitiyor. Devamı eminim duygularınızı kabartacak, ama dünyanıza sürekli bir pencere açma- yacak. Acınası bir halde yaşamıyor. O bir kadın. Dünyayı göremese bile bir kadın. Siz onu görmeseniz bile öyle bir kadın var.
Biraz daha gidiyorum, yolculuğumuz şenleniyor. Ama ne şenlik... Orada yine bir kadın var. Bu defa çok güzel gören bir kadın... Bu kadın ise yalnız... Ne kadar yalnız olduğunu size tarif etmeliyim: bir kocası var, bir çocuğu yok, hiç olmadı. Kusurun kimde olduğunu bilmiyorlar. Sahi bir kadının doğurmamış olması bir kusur mu hâlâ? Yanından geçerken kadının elinde boş bir tencere görüyorum. Tek bir koca için yemek yapmak zor geliyor demişti bir defasında. Dünyasının yegâne sorunu buymuş gibi davranıyor. İnce düşünüp aslında neler çektiğini düşünmeyin, size ne onun acısından?
Adımlarım hızlanıyor, bu bölümü hiç sevmiyorum. Bir adam görüyorum kalabalıkların içinde yalnız. Hemen karşısında bir kız çocuğu var. Anlatmak için yüzmeyi yeni öğrenen çocukmuşçasına çırpınıyor. Adam hüzünlü ama vurdumduymaz; bencil ama sevgi dolu... Bütün tezatlıkları ruhunda barındırıyor. Üç kızı var iki de oğlu. Karısı bir tane ama... Onu ilk gördüğümde böyle bir adamın tek bir kadına nasıl bağlı kaldığını düşünmüştüm. Bir alışkanlığı sadakat olarak adlandırmak ancak benim gibi sevmeden ölecek olan bir kadının uydurmaları olabilirdi.
Ah! Çocuklar... Demek size geldi sıra. Hep neşeli ve vurdumduymaz olduğunuzu söylerler. Sizi yakından tanımasam buna ina- nacağım. Çocukluk, hüzünlerin oyun yapıldığı yer aslında. Hiçbir şeyi anlamayacak kadar mutlu olduklarını hangi büyük akıllı çıkardı? Büyük gelen pantolonunu tek eliyle beline çekip diğer eliyle turuncu misketlerini sıkıca tutan bir çocuğun saçlarında elimi gez- diriyorum...
Şimdi, işte tam da şimdi senin yanından geçiyorum. Varlığın diyorum, ne kadar da uçucu ve nasıl da kuvvetli. Bir yokluk kadar kuvvetli. Bütün dünyasını renkli bir oyuna çevirecek kadar baş döndürücü aynı zamanda sessizliğin gece halindeki çıtırtıları kadar sakin... En sonunda hislerin tamamını bir kalp mırıltısına sığdıracak kadar gerçek. Neler oluyor? Ayaklarıma muhakkak pervane takmış olmalılar. Yoksa zaman niçin hızlansın? Yol bir düzlükken ne diye yokuş olsun? Ben sadece bir insanken niçin dünyadaki bütün canlı bedenlerin içinde bir zamanlar var olmuş bir ruh gibi coşkulu his- sedeyim? Ayaklarıma emanet verdikleri pervaneleri senden geç- tikten sonra yine benden almış olmalılar. Zaman yine aynı akışına döndü, yol yine dümdüz ve ben yine tek bir insan bedenine ait bir ruh gibiyim. Seni aklımdan uydursam bu kadar güzel olamazdın. Galiba zamanların birinde, benden başka bir ben seni çok sevdi. Yanından geçtim, gittim. Baktığın bütün yerlerle vedalaşmak için vaktim yok. Oysa senin baktığın her yer vedayı hak ediyor.
Arkadaş! Sana gelmişim haberim yok. Komşu çocuğu arkadaşım. Hiçbir yere gitmeye boyun yetmezken yanıma geldiğin zamanları hatırlıyor musun? Gidemediğin yerler yerine bana geldiğini öğrendiğimden beri seni umursamamaya gayret ediyorum. Çocukluk anısı diyerek seni ufaltacağım. Orada bekle, büyürken kalabalıklaşan dünyana sığdıramadığın varlığım için sana hesaplar sormayacağım. Kesinlikle bir kitabın cümlesi olabilirsin seni ben yazdım ve ben siliyorum. Bak, yanından geçtim gittim ve arkamdasın bu işte çok güzel. Sakın adım dahi atma!
Hikâyelerini bilmiyorum, az ileride kadınlar yan yana duruyor. Son cümle bitmeden ayağa kalkmış birisi hâlâ kapının dışında, bitmiyor konuşmaları... Yağı söken deterjanı, dizinin son sahnesini duyamadan geçtim gittim...
Ne olduysa bu andan sonra oldu. Olanlara karşı hep muhafaza ettiğim hisler hava ile karışmış ve uçup gitmiş gibiydi. En mutlu olduğum anı düşündüm. Şimdi, şu anda ya da daha sonra mutlu olacaklarımı da düşündüm. Anlatırken heyecandan kısılmadı sesim ve ellerim yer aramadı kendime... Mutluluklardan mutluluk beğenirken esneyen bir hayvan kadar rahattım.
Öfkelendiğim o ana gitti aklım, anlattım daha doğrusu yazdım. Yazarken dudaklarımı ısırmamıştım, ellerim tedirginlikle terlemedi, sıcak olmadı başım, olayın öfkesinden ağzı dolu çocuk gibi böbürlenmedim, kelimeleri sese emanet ederken kibir sandığım kendimi avutuşlarım yollandı gitti. Yeni doğan güneş gibi tabii bir vazifeyi yerine getiriyordum sanki... Ve o kadar doğaldım, doğaydım.
Eylemleri düşündüm, bir yerden bir yere gitmeleri, bir şeyleri duymayı, birilerini kovalamayı, birilerini sevmeyi... Daha sonra daha basitlerini: yemek yemeyi, uyumayı, görmeden bakmayı... En basit olanları: yürümeyi, duymayı, dokunmayı, doymayı, çıkarma- yı, parmaklarımı çıtlatmayı, daha basitlerini düşündüm... Bir kaygı ve basit bir merak bile duymuyordum. Zirveden kaynağa akan su gibiydim: şırıl şırıl...
Telaşlar sustu. Aniden gelen sebepsiz hüzünlerin tam tersi geldi: sebepsiz mutluluk, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye bağlanmayan mutluluk. Kimsenin sebep olmadığı ve bitiremeyeceğinden... Kahveyi içmeden içmiş gibi, hiç hatırlanmadan asla unutulmamış gibi, hep susarak muntazaman konuşmuş gibi mutluydum. İçinde olup unu- tulduğum her anıyı köşeye süpürdüm, fakat bilmeden istemeden süpürmüşçesine birikmiş...
Tutkuyla ve tutunarak istediklerimin yokluğuna alışmış ve isteme hissini kaybetmiştim. Başkalarından isteme hissini kaybettiğim an sebepsiz mutluluklarım oldu.
Başka bir oyunda dâhil olmayı, başka bir zihinde hatıra kalmayı beklerken hissiz bir rüzgâra dönüştüm. Anlatırken sevindiğim, öfkelendiğim, hesaplayarak eylediğim ne varsa hepsi uzağa düştü, artık onlar duygularımın derininde, fikirlerimin dehlizlerinde değil, rüzgârın ıslık yapan sesindeydi.
Önemsemeden fakat heyecanlı yürürken yol bitti. Evin önüne gelmiştim. Düşüncelerimi ve insanları yerine uğurlarken annem, “Hicran! Ekmekler ne oldu kızım?” diye seslendi.
“Ekmekler öyle sıcak ki poşet yaktı, anne,” dedim.
“Ne yaptın o kadar zaman? Uzun sürdü,” diye mırıldandı an- nem...
“İnsanları düşündüm. Onların bana eklenen hikâyelerini ve benim onlara eklediklerimi. Ama geldim işte. Ekmekler de burada... Sıcacıklar, bakkaldaki hesabı da kapattım,” dedim. “Birikmişler...”
Annem, ekmek poşetleri elinde mutfağa ilerlerken, ardından ben de yürüdüm.