dördüncü versiyon



Dayak yedikten sonra gözümü bir depoda açtım. Buraya ilk kez geliyorum. Yüksek tavanlı, solumda ve önümde kalan kenarlarında, duvarların en yüksek yerlerinde küçük pencereleri bulunan geniş bir depo. Pencerelerden içeriye giren güneş ışığına rağmen içerisi oldukça karanlık. İleride, sağ köşede, yukarı çıkan bir merdiven var. Sadece sağ tarafın bir kısmında bulunan, alçak tavanlı, en fazla iki odası olan bir üst kat var. Orada ne olduğuna dair bir fikrim yok. Etrafta yine ne olduğunu bilmediğim bir sürü makine benzeri şey var. Tam ortada bir sandalyede; sırtım büyük, paslı demir kapıya dönük, ellerim arkadan bağlı oturuyorum. Pek rahat olduğu söylenemez.

  

İki metre sağımda tanımadığım bir adam var. Sakalları gözlerine kadar gelmiş, kaşları bitişik, saçları simsiyah, gür ve dağınık; ince ama güçlü görünen bir adam bu. Gözleri bu denli esmerliğe yakışmayacak şekilde açık bir yeşil ki sert bakışlarıyla beraber ona korkutucu bir hava katıyor doğrusu. Çıplak ayaklarını yanmakta olan sobaya dayamış, pembemsi gömleğinin kollarını kıvırmış, yanındaki sehpada bulunan kahvaltılıkları çatalsız tıkınırken ufak, tüplü televizyondan da bir şeyler izliyor.

  

Adamdan tarafa bir göz gezdirdikten sonra yukarıdaki küçük pencerelere bakıyorum; güneşin aydınlığı duvar diplerindeki ne idiği belirsiz makinelerin üzerine vuruyor. Anlaşılan öğle vakti. Evimin kapısını kırıp beni uykumdan uyandırdıktan sonra evire çevire dövdüklerinde sanırım sabaha karşıydı.

 

Yediğim dayağı hatırlayınca birden -yabancı bir yerde uyanmaktan kaynaklanan- şaşkınlığım ve merakım yerini ağrılara bırakıyor. Yüzümü ekşitip burnumdan nefes vererek bir acı sesi çıkarıyorum. O sırada kendisine çay koymakta olan yabancı adam nedensiz bir sevinçle bana bakıyor ve “Ooo,” diyor, “uyanmışın gardaş!”


Aksanından Doğulu olduğunu anladığım yabancı, çorabını ve ayakkabısını giydikten sonra gözlerime bir süre cevap bekleyerek bakıp cevap alamayınca “Yanlışın olmuş sanırsam,” diye ekliyor.


“Oldu,” diyorum.


“Nedir?”


“Bilmiyor musun?”


“Yok. Bana söylemezler ha. Bana, bu adamın başında dur, derler, dururum gardaş.”


Doğulu yabancı bir kez daha gözümün içine bakıp bir şeyler söylememi bekliyor ve yine beklediğini alamayınca “Sen, ne yapmışsın?” diyerekten neden burada bulunduğumu sormaya çalışıyor.


“Amma da meraklı bir adam,” diye düşünüyorum kendi kendime. “Acaba söylesem mi?” diye de içimden geçirirken Doğulu yabancı yine cevap vermeyeceğimi sanmış olacak ki konuşmaya devam ediyor. “Her neyse gardaş,” diyor, “Çay katayım?”


“Ellerimi çözer misin?”


Biraz düşünüp “Uslu duracaksın?” diye, soru eki olmayan bir soru soruyor. Ben de “Silahın var mı?” diye, soru eki olan bir soru yöneltiyorum ona.


Kemerinin arkasından parlak gri pistolünü çıkarıp masaya koyuyor ve her silah sahibinde olan o vakurca sert bakışı atıp “Vardır!” diyor.


“O zaman eşek gibi uslu duracağım. Silahı olan sensin.”


Yüzünde gururu okşanmış bir gülümseme beliren yabancı ellerimi çözüyor ve bana elini uzatarak kendini tanıtıyor: “Adım Fırat’tır.”


Saatlerce bağlı kalmış olan bileklerimi okşadıktan sonra elini sıkıyorum: “Hasan.”


“Eyvallah, Hasan gardaş. Çay katayım?”


Kat Fırat kardeş, kat.


Fırat çayı koyarken gözüm televizyona takılıyor. Beşiktaş-Gaziantep maçının özeti. Hangi takımdan olduğunu anlamadığım biri net pozisyonu kaçırıyor. Fırat, elinde çaydanlıkla “Puh, ayağının kemiğine...” diye bir küfrü yarım bırakıyor.


“Beşiktaşlı mısın?” diye, neden sorduğumu bilmediğim bir soru soruyorum. Bazen -benim gibi- en umursamaz insanlar bile gereksiz detayları merak edebiliyor işte.


“Yok, gardaş. Anadan doğma Antepli'yik. Memleket ora,” diyerek nedensiz sorumu cevaplarken mağrur, aptalca bir gülümseme beliriyor suratında.


Çayı bana uzattığı sırada, “Göründüğü kadar sert bir adam değil,” diye düşünüyorum. Bu düşünce bir şimşek gibi zihnimden geçerken Fırat, “Senin memleket nere gardaş?” diye atılıyor.


“Konya.” diyorum. Külliyen yalan. Doğruyu söylemek istemedim. Neden Konya dedim, bilmiyorum.


“Vay, etli ekmek diyorsun, Mevlana diyorsun ha.”


Memleketini söyleyene oranın meşhur şeylerini sayanlardan. Hiç sevmem bu tipleri. Bilgisi azdır ve o az bilgisini göstermek ister. Kesin bir adı vardır psikolojide bunun.


“Aynen.”


Sersemce bir gülümsemeyle, “Hee, güzel güzel... Hangi takımlısan, Konyaspor?” diye kendine kadar retorik bir soru soruyor.


“Ben takım tutmam,” diyorum.


“Nası tutman gardaş? Futbol sevmir misen?”


“Sevmem.”


“Nası sevmen? Basketçi misen?”


Basketbol sevip sevmediğimi soruyor galiba. Anguta bak, öyle mi sorulur? Futbol sevene futbolcu diyor musun? Ahmak herif.


“Hiçbir sporu sevmem.”


“Yav hadi! Hiçbirini sevmirsen, futbolu nası sevmirsen gardaş? Erkek adam dediğin futbol sevecek,” diye takılarak, anlamsız bir gülümsemeyle bitiriyor muhabbeti.


"Erkek adam futbol sevecek." Çok duydum bu lafı. Her seferinde, “ananı getir de göstereyim sana erkekliği” gibi şeyler söyleyesim gelir. Ama kabalığımı dışarı vurmaktan kaçınırım. Kaba biri olduğumu benden başka kimse bilmez. Evet, kaba biriyim ben. Bundan anlamsız bir gurur da duyuyorum. Hiç dışarı göstermediğim hâlde, olaylar karşısında hissettiğim o kaba duygular beni memnun ediyor. İnsanlar beni uyumlu sanıyorlar. Oysaki kaba davranmamamın tek sebebi var. Şu üç kelime: Mevzu çıkar, uğraşamam.


Yine böyle bir kabalığı yuttuğum sırada Fırat, “Yav Hasan gardaş,” diyor, “nedir yanlışın?”


Az önceki, Fırat’ın göründüğü kadar sert olmadığına dair düşüncem, birden, iyice saf biri olduğu yönünde değişiyor. Yine de “Asıl bilmemesi gerekenler öğrenmiş, Fırat’a da anlatayım, ne olacak. Hem muhabbet olur. Boş boş oturmaktan iyidir,” diye içimden geçiriyorum ve merakla cevabımı bekleyen bu sığ adama beklediğini veriyorum: “Nuran.”


“Nuran? Nuran yenge?”

“Evet.”

“Ne olmuş ona?”

“Beraber olduk.”

“Nası? Ten tene?”

“Evet.”

“Vay babaaam, sen ne yapmışsın? Patronun manitasıdır.”

“Biliyorum.”

“Sen yanmışsın! Ula, edilir mi bu? Sevir misin?”

“Yok.”

“Vay babam vay! Sen hakket yanmışsın. Adnan Baba sağ komaz seni.”


Ben bu sözleri zaten biliyormuşum gibi soğukkanlılıkla karşılarken Fırat’ın telefonu çalıyor.


“Ercan abi arıyor ha.”


Ercan, Adnan Baba dedikleri adamın sağ kolu. Dün gece altı kişiyle beraber beni döven adam. Muhtemelen beni buraya getiren de o. Ben, işlerde doğrudan onunla muhatap olurum, patronum sayılır.

 

Uyuşturucu ticareti yapan bir örgütün lideri Adnan. Ercan da onun altında çalışanlarla ilgilenir. Adnan, ondan başka kimseyle muhatap olmaz. Evli ve üç çocuk babası, hayırsever bir iş adamıdır görünüşte. Ama yerin altına indiğin zaman dört metresi olan (ki ikisini pavyondan, birini genelevden çekip çıkarttığı söylenir; öbürünü kimse bilmez, Ukraynalı mı ne... Nuran da pavyondan çıkanlardan biri), gençleri, çocukları zehirleyip para kazanan, kibirli, hırslı, kıskanç bir mafya babası. Ben de onun uyuşturucu üreteceği laboratuvarları bulan ve laboratuvarlardaki işleri ayarlayan adamlarından biriyim.


Yedi yıldır bu adamların yanındayım. Torbacılıkla başladım. Ancak dört yıl önce gözaltına alınıp kimseyi ele vermedikten sonra bu işe terfi ettirildim. Aslında bir sadakat gösterisi değildi yaptığım. Polisin elinde hiçbir kanıt olmadığı için kimseyi ele vermenin bir anlamı olmayacağını düşünüyordum. Ercan, bunu sadakat olarak algılamış ve Adnan ile görüşüp beni terfi ettirmişti.


İşimi sevdiğimi söyleyemem. Ama öyle suçmuş, sonuçları şuymuş, diye değil. Yapım bu. Ben ne iş yaparsam yapayım seveceğimi sanmıyorum. Sürekli kadınlarla beraber olup bolca para kazanacağım bir iş varsa başka...


Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ben sadece kendisini düşünen bir adamım. Yıllar önce babam bana bu adamlara bulaşmamam gerektiğini söylediğinde ona kulak asmamıştım. Ama yedi yıldır da asla pişman olmadım. Çünkü arkadaşlarımın ısrarıyla girdiğim bu işte, beni cezbeden ve cazibesi ne kadar elde edersem edeyim bitmeyecek olan üç şey vardı:

Bir; kolay ve çok para.

İki; güzel ve kolay kadınların bulunduğu ortamlar.

Üç; yormayan, kısa vardiyalı bir iş.


Benim için rahatlık her zaman ön plandadır, riskleri -ucunda ölüm yoksa- umursamam. Hatta para, kadınlar ve rahatım dışında hiçbir şeyi umursamam. Bu yüzden yıllardır bu işi yapıyorum. Kimseye ne bir saygım ne sadakatim ne de sevgim var. Babam dahil. Ona da yazık. Oğlunu bir kez kaybetti, şimdi bir kez daha kaybedecek. Beni öldürecekler... Öyle ya! Beni öldürecekler! Nuran’ın ucunda ölüm varmış!



***



Daha önce Adnan Baba denen herifin metresiyle beraber olan birini öldürdüklerini duymuştum. Benden daha yüksek rütbeli biriydi. Şimdi kafama dank ediyor: Fırat, “Seni sağ koymaz,” derken ciddiydi! Kaçarım yok, öleceğim! Acaba Fırat’ın bir yardımı dokunur mu?


“Gardaş, ben gidiyorum.”


“Ne?”


“Gidiyorum ha.”


“Nereye?”


“Ercan abi, demiş ha. Baba’ylan buraya geliyolar. Seni de bağlamam gerektir, kusura bakmayasın.”


Çıkış kapım yok. Bağlasın. Göründüğünden de sert biriymiş anlaşılan. Şimdi kurtulmaya kalksam silahıyla yaralar. Acı çekmek istemem. En azından Adnanlar kalbimden vurur. Acımaz herhalde. Direkt ölürüm.


Fırat, bitmemiş çayımı alıp sehpanın üzerine koyuyor. Beni en çok sinirlendiren şeylerden biridir bu: bitmemiş çayımın bana sorulmadan alınması. Bunun için garson bir çocuğu bile dövmüştüm, on dört-on beş yaşlarındaydı. Çocuk mocuk demeden epey hırpalamıştım. Fakat şu an buna sinirlenecek durumda değilim. Bambaşka bir duygu yiyor içimi. Korku desen, değil; tedirginlik desen, değil... Tarifsiz bir duygu. Öleceğimi bilmenin verdiği, dehşete düşürücü ama dehşete düşürmeyen ve bu yüzden içimi kemiren bir duygu. O ellerimi bağlarken ben bu duyguyu anlamaya çalışıyorum.


Fakat ne önemi var bunun? Biraz sonra ölecek bir insan için herhangi bir şeyi anlayıp anlamamanın ne faydası var? Biraz sonra öleceğim!


Acısız olsun da ölürsem öleyim, değil mi? Ne olacak? Her insan ölmüyor mu? Hem ben, güzel yaşadım bence. Para, kadınlar... Rahatım da yerindeydi hep. Şu sandalye pek rahat değil doğrusu, hele ellerim bağlıyken. Fırat’ın sandalyesi rahat gibi. Beni ona bağlasa... Çoktan gitmiş. Neyse.


Ölüm! Evet, ölüm geliyor! Eninde sonunda ölecektim zaten. Ama birazdan öleceğini bilmek... Neden dehşete varmıyor bu? Bu kadar mı umurumda değil? Ölüm bile! İstediğim gibi mi yaşadım? Evet! Bu yüzden mi dehşet vermiyor ölüm?


Peki ya mutluluk? Mutlu mu yaşadım? Evet... Hayır... Hayır!


Ama hep istediğim gibiydi her şey. Para, kadınlar... Rahattım hep. Peki bu muydu önemli olan? İstediğim gibi yaşamak mı? Niye mutluluk vermiyordu bu? Çok geç! Çok geç bunu düşünmek için. Hiçbir anlamı yok bu belirsizlikten çıkmanın... Anlam! Evet, anlam... Anlamı neydi hayatın?


İşte! İşte geliyor ölüm! Başında İtalyan kasketi ve sırtında kabadayı paltosuyla... Yapacak bir şey yok artık. Acısız olsun da...



***



“Bu mu?”


“Bu, abi.”


“Lan piç! Niye lan? Niye bana yamuk yaptın amına koyduğumun evladı?”


Acaba özür dilesem diğer sandalyeye oturtur mu beni?


“Affet abi.”


“Af yok! Yok lan af! Öldün sen!”


“Öldür ama özrümü kabul et abi.”


O sandalyeye oturmam lazım. Ellerimi çözmeleri lazım. Madem rahatım için yaşadım, ölürken de rahat olayım.


“Ercan! Biliyorsun ne yapacağını,” deyip silah şekline soktuğu elini göğsüme dayayarak baş parmağını indiriyor. “Çocuklar yukarıda mı?” diye ekliyor sonra.


“Yukarıda abi.”


Demek birileri varmış orada.


“Tamam. Söyle, bunun cesedini de kazanda yaksınlar. Duydun mu?”


Bana sordu son soruyu tatmin olmuş nefretin gülümsemesiyle. Başımla, yalandan bir mahcubiyetle onayladım.


Kazandan bahsederken de soldaki duvarın dibini gösterdi. Demek ki oradaki makine benzeri şeyler kazanmış. Yakacaklar beni! Gerçi varsın yaksınlar. Öldükten sonra bedenimi ne yapayım?


“Tamam abi, söylerim.”


“Eyvallah,” diyor Adnan ve bana dönüyor: “Gittiğin yerde say bakalım bana yamuk yapan kaç kişi var. İbnenin evladı seni!”


Hıh, şu küfürlere bak. Bana küfür işlemez arkadaş! Anama sövmekle kalma; çıkar mezarından, fiile dök küfrünü, işlemez. Zaten hiç tanımadım annemi.


Adnan küfrünü eder etmez, suratıma bakmadan, arkasından savurduğum umursamaz bakışlarım eşliğinde çıkıyor. Şimdi, Ercan’la baş başa kaldık. Yukarıya bakıyorum, kimse buraya bakmıyor. Anlaşılan, rutin bir şey oradakiler için. Ölen birini izlemek ilgi çekicidir ya, onlar hiç oralı değil.


Ercan silahını çıkarıp namluya bir kurşun sürüyor ve bana doğrultuyor. Hiçbir şey hissetmiyorum, ne garip. Silahlara alışmış bir adam, silahla öleceğini de biliyorsa kendisine doğrultulan silaha niye şaşırsın ki?


Ama şu sandalye konusunda şansımı bir de onunla denemeliyim. Bu sandalyede ellerim bağlı ölemem. Hem kalbe tek kurşun, acısız olacak.


“Ercan abi! Yalvarırım, şurada, sobanın yanındaki sandalyeye oturayım da öyle öldür abi. Sobanın sıcağı annemi hatırlatıyor bana.”


Dedim ya, annemi hiç tanımadım. En iyi becerdiğim işlerden birini yaptım: Yalan söyledim. “Kötü adam” da olsa en azından duyguları vardır, diye düşündüm. Gerçi ben de “kötü adam” değil miyim? Bende gram duygu yok ki amına koyayım!


Ama onda varmış galiba. Biraz düşünüyor, silahı indirmeden arkama geçip ipi kesiyor, “Yürü!” diyor. O sandalyeye oturuyorum. Oh be! Hakikaten daha rahat.


“Kusura bakma kardeşim. Seni severim, bilirsin. Ama bunu yapmayacaktın. Racon böyle...”


Ne? Bunu beklemiyordum. Gece beni Allah yarattı demeden döven sen değil miydin? Gerçi, şu racon zırvası... Görevi tabii.


Fakat bu üslup bana bir şey fark ettiriyor: Bu Ercan, sandığım kadar kötü bir adam değilmiş. Ona yıllardır bir ön yargıyla bakmışım, hiç tanımaya çalışmamışım. Üzülmüş gözüküyor. Ben neden üzülmüyorum peki? Belki de gerçekten kötü olan sadece benimdir... Neyse. Çok geç artık bunları düşünmek için. Hiçbir anlamı yok... Anlam? Amaaan! Bir sigara istesem mi acaba?


“Son bir isteğin var mı kardeşim? Ne olursa.”


Bu nasıl bir hüzün yüzündeki, nasıl şefkatli bir acıma... Hem de birazdan öldüreceği adama... Vay be! Sadakat bu mu? Ya da sevgi? Yoksa saygı mı bu? Ne ulan bu bana gösterdiği şey? Ah be, keşke birini bilebilseydim bunlardan, belki mutlu olurdum... Çok geç artık. Çok geç...


“Saatlerdir sigara içmedim.”


Bir sigara veriyor ve yakıyor. Silahı kemerine koyup o da bir tane yakıyor.


O sırada, ellerimi çözmesini istemeyi unuttuğumu fakat onun da ellerimi tekrar bağlamadığını fark ediyorum. Güven midir bu? Bilmem, hiç tatmadım. Hele Ercan’a karşı güven; yalnızca komik geliyor. Fakat o bana güveniyor gibi. Veya yalnızca teslimiyetimin, kaçıp gitmenin bir işe yaramayacağını anladığımın farkında, bilmiyorum.


Hayatımın son sigarasını içerken hiç tatmadığım duygular üzerine kafa yoracak değilim. Tattığım en güzel duyguları, beraber olduğum en güzel kadınları anımsayacağım gözlerimi kapatıp.


Nedense, anımsayamıyorum. Sanki tüm anılarım silinip gitti. En ufak bir hatıra, en sade bir düşünce dahi gelmiyor zihnime. Yalnız ölüm var aklımda. Hayatın sonu, tüm hayatı siliyor hafızamdan. Buna rağmen; bakkala gideceğini, bakkaldan süt alacağını düşünmek gibi basit bir düşünce adeta. Öylece aklımda yer ediyor, az sonra yapılacak bir işin aklı kaplaması gibi aklımı kaplıyor. Fakat kendimi dehşet uçurumunun ucunda boşluğa saldığım halde, sanki beni arkadan tutup bir türlü düşmeme müsaade etmiyor.


Derken, Ercan’a çevriliyor gözlerim. Gözlerini kısarak yüzüme bakıyor. Yüzümdeki ifadeyi anlamaya çalışır gibi bir hali var. Hiç istifimi bozmuyorum. Yaşayacak olan ve ne zaman öleceğini bilmeyen biri o, elbette bir şeylere anlam vermek isteyecektir. Nitekim yüzümdeki ifadeye de bir anlam vermiş gibi irkiliyor. Şaşkın ve düşünceli bir tavırla soruyor:


“Korkmuyor musun ölmekten?”


“Acıtır mı?”


“Bilmem. Hiç ölmedim.”


Gülüşüyoruz. Bunun son gülüşüm olduğunu fark ediyorum. Fakat çok da önemi yok bunun. Çünkü bir önceki gülüşümün ne zaman olduğunu hatırlamıyorum.


Mutsuz bir insan için ne anlamı var ki ufak gülüşlerin? Bir gülüşün, bir gözyaşının, bir düşüncenin veya hayatın içindeki herhangi bir şeyin ne anlamı var hayatı kurşun sürülmüş bir namlunun ucundaki insan için?


Hıh, hayatın ne anlamı vardı ki zaten!

 

Sigaralarımızı söndürüyoruz. Silahını tekrar çekiyor ve doğrultuyor. Yüzünde öyle bir hüzün var ki bin kişiye sorsan bir tanesi inanmaz bu adamın az önce güldüğüne.


“Haydi, son duanı et kardeşim.”


Dua mı? Dua ya... Hiç inanmadım ki bir şeye hayatım boyunca. İnansam mutlu olur muydum acaba? Aman, neyse. Artık çok geç. Her şey için.


“Ettim abi.”


“Hakkını helal et.”


“Helal olsun.”


“Ben de sana helal ediyorum kardeşim.”


“Fark etmez.”


Silahı tam kalbime dayıyor. Gözlerime bakıyor. Gözlerimdeki umursamazlık onu dehşete düşürmüş gibi. Kafasını başka yöne çeviriyor. Yüzünde yine aynı hüzün... Ve tetiği çekiyor.


Acıyor! Hayatım boyunca yaşadığım tüm acılara bedel, hepsinin toplamından da beter bir acı bu. “Ölüm!” diyorum içimden, “Acılıymış...”



***



Doğruymuş. İşte tüm hayatım film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Bir tek an’a takılıyor zihnim. Bir tek anı, bana, hayatın hiç tatmadığımı sandığım anlamını tattırıyor. Evet! İşte, hayatın anlamı! Varmış meğer. Diğer insanlar farkında mı bunun? İşte, insanoğlunun bu dünyadaki yegâne emeli! Ne acı! Ölümden de acı! Hayatın anlamını ölürken fark etmek, onu, hayat gözlerin feriyle beraber gözler önünden akarken tanımak... Hem de yalnız bir defa tatmış olmak... Üstelik çocukça, üstelik hayat daha başlamamışken! İşte bu duygu, işte bu duygu içindi yaşamak! Nasıl bilinçaltıma hapsettim bu duyguyu, nasıl? Tabii, tabii... Hayatın her gayesi bunun içindi, bu duygu için. Bu duyguya açılıyordu her kapı. Ne aptalım, ne salağım... Hiçbir kapıyı açmadım. Bu yüzdendi karanlığım. Tabii ya, bu yüzdendi. Bu yüzdendi hissiz ıstıraplarım. Hep korktum karanlığın içinde hayatı aramaktan. Yaşamadım... Ne aptalım! Yaşamadım! 


İşte, işte yine o anı. Ne kadar da kısa, ne kadar da sıradan!


On yaşımdayım. Babam ilk bisikletimi almış. Baştan aşağı parıldayan yeşil bir vitesli bisiklet. Arkasına destek tekerlekleri de taktırmış. Sürükleyip bana veriyor bisikleti. Bir iki zilini tıngırdatıp ileri geri götürüyorum ve çocuk sevincimle, ağzım kulaklarımda, yanımda diz çökmüş olan babama sarılıyorum sonra. Babamın güven dolu kokusunu çekiyorum içime. Babamın, oğlunu sevindirmenin verdiği mutluluğun heyecanıyla atan kalbini hissediyorum. Çok mutluyum!


İşte, sevgi; bu mutluluğa açılan kapı ve işte, o kapının ardında hayatın anlamı: Mutluluk!


Ve bembeyaz bir aydınlık...