Bir dönemin, coğrafyanın, toplumun veya daha küçük ölçekli insan gruplarının sanat anlayışı, ona yaklaşımı üzerinde konuşabilmek için öncesinde söz konusu zaman diliminin veya grubun sahip olduğu şartları bilmemiz gerekir. Paleolitik dönem için bir yorumlamaya girişecek olursak; avcı-toplayıcı biçimde yaşayan insanların bu alandaki üretimleri yaşam standartlarıyla paralellik taşımaktaydı. Önemli örneklerinden olan Willendorf Venüsü’nden yola çıkacak olursak ilk sanat eseri niteliğindeki bu heykelin ölçüleri ve formu, bir insanın avcuna oturabilecek şekilde yapılmıştı. Baş, göğüs ve karın bölgeleri abartılı denebilecek şekilde yuvarlak hatlarda olan bu çıplak kadın figüründe yüz tasvir edilmemiştir. Estetik kaygının varlığından söz edebiliriz ancak asıl üretim amacının bu olduğunu iddia etmek doğru gelmiyor. Söz konusu örneğinin dışında da bulunan kadın figürleri dolayısıyla bu heykellerde kadının doğurganlığının kutsiyetinin işlendiğini, bir tapınma nesnesi olarak meydana getirildiğini düşünüyorum.


Neolitik dönemde kullanılan aletler daha sert ve düzgündür. Yerleşik hayata geçişin başlamasıyla insanın doğaya müdahalesi de başlamıştır. Doğal olarak bu değişimlerin etkisi dönem sanatını da etkilemiştir. Stonehenge adı verilen dikili taşlar daha büyük çalışmaların yapılmaya başlandığının bir örneğidir. Bu taşlar astronomi, astroloji, meteoroloji, geometri ve paganizmle ilişkilendirilmektedir. Elbette bahsettiğimiz dönemler için kesin bir yargıya ulaşmak zor fakat burada da amacın estetik bir haz uyandırmak olmadığını dile getirebiliriz.


Günümüz sanatını ilk insanların sanatına doğrudan bağlayan bir örnek yoktur fakat Nil Vadisi sanatıyla bir bağlam kurmak mümkündür. Uzun yıllar boyu bir aktarımla günümüzde ulaşılan sanatta Mısır’ın rolü önemlidir. İnançlarıyla şekillenen bir sanat anlayışı hakimdi ve bunu hiç bozmadan, ilk gün olduğu gibi korumakta -Yeni Krallık dönemindeki On Sekizinci Sülale’nin kralı olan IV. Amenofis ve ardından gelen Tutankhamon kuralları kırmayı denedi ama kısa sürede eski alışkanlıklara geri dönüldü- kararlıydılar. Kralın varlığının sonsuza kadar sürdürülebilmesi için görüntüsünün de korunması gerektiğine inanılmaktaydı. Bu nedenle heykelcilere granitten kralın büstünü oyması emredildi. Zamanla toplumun her saygın kişisine bu gelenek yayıldı. Yapılan portrelerde sadelik hakimdi. Modeldeki geçici bir ifade yakalanmaya çalışılmıyor, ana hatlarıyla betimleniyordu. Bakıldığında insan figürü izlenimi veriliyordu fakat detayların eksikliği dolayısıyla gerçekçiliği muhtemelen pek de başarılı değildi. Bu dönemde heykeller neredeyse geometrik denilecek bir katılığa sahiptiler. Blok ve kütlesel anlayış ilk bakışta göze çarpmaktaydı. Geometrik düzen ve keskin doğa gözlemi Mısır sanatının ortak özelliğidir. Bu özelliği en güzel şekilde rölyeflerde okuyabilmekteyiz. Bir haritacı tekniği ile çizilmekteydi. Örneğin balık tutan bir insan görselini ele alacak olursak; kişiyi, başı yandan fakat göz karşıdan görüldüğü gibi, gövde aynı şekilde karşıdan fakat bacaklar ve kollar yan görünüş olarak tasvir edildiğini görürüz. Kişinin yan ve ön cephe betimlemelerinin önünde nehir ise kuş bakışı biçiminde, üstten resmedilirdi çünkü nehrin anlaşılırlığının en çok olduğu açı budur. İçerisinde yüzen balıklar ise yandan tasvir edilerek kompozisyona yerleştirilirdi. O dönemde önem verilen şey resmin güzelliği değil eksiksiz oluşuydu ve bunda oldukça başarılılardı. Görsellerin yerleştirilmesi titizlikle yapılıyor, anlatılmak istenilen eksiksiz bir biçimde ifade ediliyordu. Mısır sanatını kısaca toparlamak gerekirse muhafazakâr bu dönemde eserler herhangi bir bakış açısından üretilmiyor, sanatçıların belleklerinden yapılıyor ve her şeyin görünmesi gerektiği, katı kurallarla meydana getiriliyordu. Heykellerde kütlesellik göze çarpan özellikler arasındadır ve insan figüründe de her şey, en karakteristik açıdan resmediliyordu.


Mezopotamya’ya kısa bir şekilde bakacak olursak Mısır sanatıyla en detaylı, en soylu sanat olma konusunda rekabet içinde olan bu bölgede savaş sahnelerinin, zaferlerin betimlendiğini görmekteyiz. Mezopotamya sanatını Mısır sanatından daha az tanımaktayız. Taş ocakları yoktur ve yapılan işler zamanla hava koşullarına dayanamamıştır. Ancak asıl açıklaması bu değildir. Asıl neden, dinsel inançlarının Mısır’la aynı olmamasından kaynaklanıyordu. Hatırlayacak olursak Mısır’da ruhun korunması için bedenin, görünüşün de korunması gerekmekteydi. “Hayat ağacı” motifi bu coğrafyanın sanatında karşımıza sıklıkla çıkmaktadır. Figürler yine geometrik formlarla oluşturulmuştur fakat Mısır’da olduğu kadar katı ve düzenli değildir. Erken dönemlerde övünme ve propaganda sanatının geliştiğini söyleyebiliriz. Günümüze kadar gelmiş olan heykellerden yola çıkarak insan figürlerinin frontal olarak yapıldığını söyleyebiliyoruz. Diğer bir deyişle, başlar dik, eller göğse kavuşturulmuş ve gözler iridir. Buna örnek olarak Kral Gudea heykelini verebiliriz. Willendorf Venüsü ile kıyaslayacak olursak artık yüz betimlemelerine başlanmış olup motiflerde işçiliğin arttırıldığı görmek mümkündür. Oturur vaziyette tasvir edilen bu heykelde eller yine göğüste kavuşturularak frontal duruş kullanılmıştır. Willendorf Venüsü’nde olduğu kadar abartılı tasvirler bulunmayarak bir adım daha gerçekçiliğe yaklaşılmış diyebiliriz. Kütlesel form, blok etkisi bu heykelde de görülmektedir fakat bu etki yontulan taşın formundan kaynaklanıyor olabilir.


Kısa bir biçimde toparlamak gerekirse sanatın muhafazakârlığı nedeniyle uzun yıllar boyunca pek değişime uğrayamamış, katı kurallar çerçevesinde dolandığını söyleyebiliriz. Dini inançlar doğrultusunda şekillenmiş, tasvirlerde güzel olanı ifade etmekten ziyade gerekli olanı resmetmeye yönelim vardır. İşlevsel olması sebebiyle günümüzde “sanat” dediğimizde anladığımız şeyi anlamak doğru değildir fakat bu işlevselliğe rağmen bir estetik kaygının da üretimlerini etkilediğini göz ardı etmemeliyiz.



Görsel: Willendorf Venüsü

Yazar: Özge Altıntop