kadın aceleyle girdi eve. elindeki her şeyi masaya koydu. zamanını koydu, işini koydu. aklına edip cansever geldi, o da masasına varını yoğunu koyanlardandı. akşamdan kalma kağıtlarına baktı, yine hiçbir şey yazamamıştı. içini çekti, artık kalem onu çağırmıyordu sanki. sandalyeyi çekti, usulca oturdu. hiçbir şey yazmamıştı ama bitmişti mürekkebi kaleminin. aslında sürekli yazıyordu, tabii buna yazmak denirse. beğenmiyordu ki. bir dergide işe girmişti oysa. sen kalemsin, yazarsın demişlerdi. hayıflanıyordu, bunaldı. mürekkebi doldurdu, kalemi eline aldı. ne yazmalıydı? bilmiyordu. yazsam güzel olmuyor, yazmasam hiç rahat değilim diyordu kendine. kağıt ona, o kağıda baktı. kalemine baktı, ünlü bir markanın kalemiydi bu. arkadaşı ilk yazarlık hediyesi olarak almıştı seneler önce. ne güzel kalemsin, bende heba olacaksın diye düşünürken sahaftan aldığı radyosuna bir barış manço kasedi koydu. haftada bir veya iki kez sahafa giderdi. en sevdiği şiir kitaplarına bakardı, parası ne kadar varsa hepsini kitaba yatırırdı. sahafın sahibi şiirle iyi gider diye iyi sanatçılardan birkaç kaset koyardı poşetine. her seferinde ne gerek var derdi ama içten içe mutlu olurdu. bu teybi almak çok ani olmuştu. aklında bir pikap vardı ama nasip bu ya; gıcır gıcır, yeni gelmişti dükkâna. hem fiyatı makûldü. pikabı sonra alırım diye düşündü. zaten şimdi yalnızca teyp ve kasetleri vardı. bilgisayardan müzik dinlemeyi sevmezdi, orada binbir türlü hâli olur diye. bilgisayara da yazı yazmazdı. hemen beli ağrırdı, gözü kızarırdı. hele e-kitaplardan nefret ederdi. kitabı öldürüyor bu teknoloji, kelimelerle aramıza giriyor, derdi. belki biraz denese severdi, kim bilir. zaman çok çabuk geçiyordu. hâlâ bir şey yazamamıştı. haftaya dergiye artık bir yazı vermeliydi. kolay mıydı yazmak öyle? zihnini boşalt, kelimeleri kur kafanda, ilhamı bekle. ah ki ne ah! yazmak bu kadar değildi. halbuki okuyordu, yazmazsam deliririm diyenleri. evet, o da deliriyordu. yazamadığı için hem de... şiir okuyordu, kıskanıyordu. kıskanmak değil, belki de gıpta etmek. “ne güzel be, ben de yazabilsem. şu kalem kaç kere değiyor kağıda, ne çıkıyor; koca bir hiç.” diye söyleniyordu. hele ki öyküler. onları yazmak ne kadar zordu öyle. vefasız bir dost gibiydiler. oku, bu türde yazmak iste ama yazama. ama kitapları öyle miydi? hiç yalnız bırakmazlardı onu. kitap odasına geçerdi, raflara uzun uzun bakar, ona ilk gülümseyeni eline alırdı. kitaplarına çiçek gibi bakardı. her gün aralarında ellerini gezdirir, yazanlarıyla muhabbet ederdi. görenler, bu delirmiş derdi kesin. hayır, aslında o delirmiyordu. kaçıyordu, sığınıyordu onlara. hiçbiri onu sevmemezlik yapmazdı. git buradan demezlerdi. içinden kavga ederdi bazen. kendini yoran kitaplara kızardı. bazen de “çok yordun be, ne yazdın böyle! bizdeki de akıl efendim, uçup gidiyor.” derdi. sonra kitaplarına söylendiği için üzülürdü. evet, biraz dengesiz biriydi. neye kızacağını bilemezdi kimse. neye sevinir, neyi umursamaz... hep bir muammayla doluydu. yazarlık yeteneği verilmişken hâlâ daha direniyordu. kendini hep eksik görerek hiçbir yazısını okutamama cesareti edinmişti. cesareti derken görüş almaktan korkardı. gelişmemek için cesaret ederdi sanki. saatine baktı. bu saati yıllar önce severek almıştı. ama sağ koluna takardı. sol koluna takma alışkanlığı yoktu. işin komik tarafı saati bozulmuştu artık. hep yediyi gösterirdi. bazen durduğunu unuttuğu için ve saatinden ayrılmak istemediği için alışkanlık olarak yapardı bunu. saat gece yarısına gelmişti bile. kahve sevmediği için çay içerdi. onu da tam bitiremezdi ya, neyse. çay içerken uzun uzun düşünürdü. öyle her çayı içmezdi de zaten. tüh! çayı kağıdına döktü. sinirlendi, kalktı ayağa, balkona çıktı. zaten yazamıyordu, aksilik işte. ay gökyüzünde bir inci gibi parlıyordu. simsiyah gecenin içine ne güzel de konulmuştu öyle. hele yıldızlar… küçücük nokta gibiydiler. ama gece öyle berraktı ki odaklanmamışlardı sanki. içeri mutlu olarak geçti, artık ilhamı gelmişti.