Rutubet kokusunun o sisli havası ciğerlerini öyle bulutlandırıyordu ki öksürmekten evin sallandığını sanıyordu. Elini öksürüğün tınısı duyulduğunda ağzına götürüyor, sırtını dalgalandıran ve adeta kendisine saplanan kemiklerinin hışmına uğruyor ve gözlerinin zarı adeta bulanıp duruyordu. Şafak, göğün koyu lacivert sırtına öyle haşin turunculuk serpiştiriyordu ki sıra sıra kesik çizgiler atıveriyordu. Penceresinin kapalı, kalın camından içeriye davetsiz misafir gibi giren sokak lambası, turunculuğun göğsüne yaslanmış ve odasının içine düşüvermişti.


Vücudunu eski, iki kuşak öteden kalan barok koltuğunun sivri başına yasladığında bacaklarını hasır kilime uzattı ve kabartmalı desenlerin ayaklarına battığını hissetti. Tüm bedeni, yüzü, gözleri, kırılmış gibi öne doğru eğilmiş burnu ve paçavraların bile yanında değerli kalacağı giysisi içinde öyle terk edilmişti ki ne onu var eden özünü bulabiliyor ne de kendisini ait hissedebileceği bölgesine çekilebiliyordu. Hiçliğin, o denizleri gürleten çağlayanında yuvarlanan cisim gibi hissetmekten bir an olsun kendisini alamıyordu. Bu rutubet koyunda derme çatma hayatını idame ettirebiliyordu lakin benliği o rutubet kokusunun iğneleyici koynuna öyle yaslanmıştı ki, içi boşaltılmış balon gibi öylece evin içinde dolanıp duruyordu.


Kendini öyle yok sayıyordu ki kamburu, arkasına saklanabileceği küçük bir dağ görevini görüyordu. Çok alınıyordu. Hatta öyle alıngandı ki hayata cilve yapacak kadar küsüp gidiyordu günlerce. Ne yemek yiyordu ne de hayati ihtiyaçlarını yerine getiriyordu. Öylece hiçliğin denizinde küçük dalgalara karışıp gidiyordu. Terk etmişti her şeyi. Ne paranın prangaladığı bir kapitalist ne de hayatında iradesi olan bir indeterminist olmuştu. Kendisine ait bir odası vardı fakat zihninde her gün ona kiracıymış gibi davranan benliğine karşı ne yapabilirdi?


Gözü, nemli parkelerde çekirdek kabuğu taşıyan birkaç karıncaya ilişti. Sırtını daha da eğdiğinde siyahlaşmış, benlerle kaplı kırış kırış olmuş elini karıncaların gittiği yöne doğrulttu. Karıncalar, kırmızı ışıkta duran arabalar gibi önce afalladı, sonra adamın çiti andıran parmağını atlatıp kayboldu.


Ciğerleri, kasılıp duran ve zehrini akıtmak için boğulur vaziyette öyle kuvvetli dışarıya bıraktı ki kendini, az kalsın boğazı parçalanacaktı. Gözleri bir anlığına boşlukta gitti geldi. Orada, havada süzülen hiçliğe öyle tebessümle bakıyordu ki, şu an yanında biri olsaydı delirmiş olduğunu düşünürdü. Karıncanın düşürdüğü çekirdek kabuğu kendisine bakıyordu. Tek bir karınca bile yoktu.


Şafağın o turuncu kesintisi tamamen kaybolmuş, lacivert çarşaf göğe hızlıca serilmeye başlamıştı. Gözlerini o noktadan çekip etrafında dolaşmaya başladığında, hiç bu kadar mutlu olduğunu hissetmemişti. Sadece his değil, maneviyatının hiçliğin avuçlarında değer bulduğunu ve yaşadığı süre boyunca hiç bu kadar sahici duygularla odasında oturmamıştı şimdiye kadar. Oturduğu ılık parkeler altından kayıp giderken kare, büyük ve boş, beyaz bir odada oturduğunu yeni idrak edebilmişti. Üzerinde ne eski paçavralar ne de ait hissedemediği gereksiz eşyaları vardı. Uzun, cılız kollarını bedenine sardığında kahkahanın sınırlarını zorladı. Şimdi çocuk dinçliğindeydi artık. Gözleri beyaz, boyası aşınmamış duvarda sabitlendiğinde cılız bir soba dumanının ciğerlerini yaktığını fark etti. Kendini öne doğru eğdiğinde mutlulukla elleriyle sevinç hareketleri yaptı. İlk defa öksürmemişti.