Solacak diye çiçeğe merhamet duymanın dünyası değildi bu dünya, anlamıştım artık. Merhamet, annemden alıp omzuma geçirdiğim bir hırkaydı. Bu hırkayı üstümde bir övünç kaynağı olarak görmekten kötüye merhamet ettiğimde vazgeçmiştim. Hırkam ağırdı, öyle kolay ele avuca gelmezdi, çıkarıp atamazdım da bir köşeye. Atmak, annemi unutmak olurdu. Ben, güzel olanın ağır olduğunu, çirkinin gücüyle karşılaşana kadar bilmezdim. Sende olandı olması gereken ve niçin yabancılanan da dışlanan da bu olurdu? Gülüp geçilmesi gereken biri oldum hep. Tuhaf kaldım onların normallerinin yanında. Ağlamanın geçerli sebebi olmalıydı, öyle her şeye ağlanılmazdı. Karşılarına geçip dünyanın kalbimi incittiğini söylesem kaçı beni anlardı? Dedim ya, tuhaf kaldım. Çözülmesi güç olan ama çözmekle de kimsenin uğraşmak istemeyeceği biri oldum hep. Elimle bir kuşu beslediğimde duygulanmamın nedenini nasıl anlatabilirim? Duyguları bu kadar kolayca açıklayabilmek, onları hafife almak, sığ görmek olmaz mı? Mesele yalnızca bu da değil ki. Hissedilen yeterlidir, üstüne roman da yazılır ama hissetmenin büyüsü hissedilen o anda kalır. Mutlu bir çocuğa rastlamanın içimdeki buruk sevincini, babamın bulutlarla kaplanmış ses tonunun beni yağmaya hazır kıldığını ve kötüyü dahi anlarken duygularımın enkaz altında kalışını nedenleriyle nasıl açıklayabilirim? İçimde tüm insanları anlıyor olmanın anlaşılmazlığını taşıyorum. Değer verdiğim bir arkadaşım bunun bir duruşa sahip olmamak olduğunu söylemekte belki de haklıydı. Herkese merhamet edene güvenilmezdi çünkü o kendine merhamet etmeyi bilmezdi. Ah, bir çıkarıp atsam şu hırkayı üzerimden... Korkmayın, temelli değil, ödünç verebilir miyim hırkamı size?