Tam anlamıyla bir yol filmi. Hedef konusunda merak uyandırıyor fakat daha çok yolun kendisine odaklanmamızı istiyor. Her karakter kendi içine yolculuk ediyor gibi. Durgunlaşan sahnelerde, dinamik görüntülerde, arabanın camından akıp giden ve akılda yer etmeyen o hissiz akışta bir hikâye var aslında. Filmin sonlarına doğru netleşen durumun yolun hikayesine öyle ciddi bir etkisi olmuyor fakat anlıyoruz ki bu yalnız başına bir yol hikayesi değil, bu bir vedanın, geçmişin sorgusunun hikayesi aynı zamanda…

Film sırasında arabanın içerisinde seyreden klostrofobik gidiş, ara sıra sanatın büyüleyici gücünü bir şarkı üzerinden yansıtırken hikâyenin nefesleri daraltan bölümlerinin üstesinde de filmin ufaklığı geliyor ve bize yeniden yaşamın tokatlamayan yanlarını da hatırlatıyor. Oradan anlıyoruz ki en dar alanda bile geleceğe dair taşınabilecek bir umut, yaşam damarlarına kanı yürütüyor. Umudu temsil edecek yegâne rolü de ancak tatlı-haşarı bir çocuk taşıyabilirdi. Ufaklık rolün üstesinden öyle bir geliyor ki yalnızca filmdeki kırılgan akışın içimize bıraktığı burukluğu kırmıyor, kendi yaşamımızda nefesimizi daraltan onca şeye de bir mola verdiriyor. Annesinin sorduğu soruya verdiği “biz ölmüşüz” cevabını öyle bir sevimli tonlamayla söylüyor ki annesinin yüzünde oluşan kederli gülümseme bize ufaklığın önemini anlatıyor. Çünkü ufaklık filmin sonunda anlayacağımız üzere, farkında bile olmadan abisinin aileden ayrılarak gurbete gidişinin sert duygularını kırıyor. O olmadan tamamen kedere dönüşecek olan yolun hikayesi, ufaklığın dokunuşlarıyla halen yaşamın devam ettiğini hem filmdeki anne baba rollerine hem de bizlere hatırlatılıyor ve “evet bir yaşam var ve olanca yüküne rağmen akıp gidiyor” diyoruz.

Yolculuğu sağlayan araç küçük, insanda nefes darlığına neden olan bir araç. Çünkü vuslat ile gurbet arasında geçen bir zaman dilimini tanımlıyor. Gurbete götüren ruh halini ‘darlık’ olarak nitelemekte kimse bir beis görmez sanırım. Gurbete gidenin ruhu aynı ruh, bedeni aynı beden, kafasında dönüp duran onca düşünce, hayal de aynı fakat bu gidişler neden bu kadar yakıcı? Çünkü insanın ruhunu, bedenini, düşünce ve hayallerini aidiyet hissi duyduğu bir mekândan ayrı düşünmenin kendisi kederli bir durum. Ruhu, bedeni, düşünce ve hayalleri aidiyet hissettiği yere/çevreye kök salmış ve kılcal damarlarına suyu, kanı oradan çekiyor. Gurbetin yarattığı köksüzlük hissi buradan ileri geliyor. Ve insanın kökünden uzaklaşırken yaşadığı klostrofobik duygu-durum hali arabada somutlaşmış. Araba her durduğunda içeri tatlı bir meltem dokunuyor sanki. Yollar güzeldir, doğru. Fakat ya gurbetin yolları? Gurbete giden yolların sekteye uğramasının meltemi esiyor işte…

Babası da İran sinemasının öncü yönetmenlerinden olan Panah Panahi’nin uzun metrajlı Hit The Road filminden bahsediyoruz. Panah Panahi başından itibaren hikâyeye dair bir şeylerden bahsetmeden bir yol izletiyor bize ve biz bu yolun sonunu aşırı düşünmekten ziyade yolun karakterler üzerindeki etkisini izliyoruz ve hikâye de filmin sonunda netlik kazanıyor. Bir nedenden dolayı (-ki film boyunca abinin duruşu bize bunun politik bir neden olduğu ihtimalini düşündürtüyor) baskıcı İran rejiminden kaçarak İran dışına çıkmak zorunda olan bir gencin ailesiyle çıktığı, ülke sınırına kadar devam edecek olan bir gurbet yolu filmi önümüzde uzanıp gidiyor. Ufaklığın aileye verdiği morale rağmen fırsatını buldukça kederlenen, uzaklara bakan, iç sıkıntıları yüzlerine yansıyan anne ve babanın mimikleri de olanca sadeliğiyle bize insan duygularının yoğunluğunu anlatıyor. Bol göndermeli diyaloglar ve iç daraltan yol hikayesinden bizi taşıran mizah da aslında insanı tamamlıyor… 

Küçük oğlanın sahnelere sevimli bir şekilde dalması bizi seyir halinden uzak tutmaya çalışıyor. Fakat zaten böyle değil midir? Mutlak keder var mıdır? O yüzden bence filmde karakterlerin tamamını toplayınca bir ‘komple insan’ oluşuyor. Gamsız görünmeye çalışan fakat her anlamda fedakârlık yapmaya hazır bir duruşa sahip, oğlundan kopacak olmanın verdiği hüzün yüzüne yansıyan, insani yönleri gelişkin bir anne, yer yer umursamaz görünen, aylardır ayağında alçıyla gezen ve bir şekilde kendini böyle merkeze koymaya çalışan bir baba, genelde ciddi olan, yolun kaygısını en çok yaşayan fakat vakur duruşunu kaybetmeyen üzgün bir abi ve nihayet ailenin olmazsa olmazı, neşe kaynağı hazır cevap bir ufaklık… Kimi insanlarda bir özellik diğerine ağır basıp baskın karakter haline gelse de bir insan ortalama olarak bütün bu özellikleri taşır. Panah Panahi de bir aile üzerinden karakter yaratmış ve bu karakteri dar bir alanda hüzünlü bir yolculuğa çıkarmış… Ve insan olmalarını bize hatırlatmak için filmdeki duygu geçişlerini de yeterli görmemiş ve bir hasta, ölmek üzere olan bir köpeği de eklemiş. Çünkü hüzün ve kederin hiçbir zaman tek boyutu olmamıştır. Bunar çok boyutlu duygulardır.

Bu filmde üzerine özellikle vurgu yapılması gereken karakter baba figürüdür çünkü Ortadoğu’da bilinen haliyle baba otoritesinden, baskısından çok fazla izler taşımaz. Hatta tersine, bir şekilde kendini var etmek için, gördüğü ilgiden dolayı ayağı iyileşmiş olduğu halde hastalık sürecinin devamını sağlayacak kadar da çocuksudur. İran rejimi düşünüldüğünde bu durum kafamızda pek oturmaz. Aktif olan, aileye yön veren baba figürü Panah Panahi’nin dokunuşlarıyla resmen sönümlendirilmiş. Normalde İran -daha geniş çerçevede Ortadoğu- coğrafyasında sönük olan kadındır ancak bu filmde erkeğin hareket uzvu kırıktır ve en etkisiz yerde, arka koltukta hareketsizce oturmaktadır. Fakat babanın bu daralmış hali tüm ailede vardır. Bu aile o yolu giderken büyük oğullarını gurbete götüreceğini bilirler. Yine de giderek İran kentlerinin dışında araziye doğru savrulurken aynı zamanda nefes aldıklarını hissederler. İran devrim dönemi öncesine ait olup, sonra sözde devrimle beraber yasaklanan pop şarkılarını dinleyip yüksek sesle, coşkuyla eşlik ederler. Bu bakımdan oğullarının gurbete gitmesi için kiraladıkları araba aynı zamanda onların da en azından bir süreliğini baskı rejiminden kurtulmalarına olanak sağlar. Fakat baskı rejimi o kadar ruhlarına işlemiştir ki mutlak bir özgürlük soluğunu ciğerlerine asla çekemezler…

Sonuç olarak Panah Panahi’nin Hit the Road filmi klasik bir yol filmi olmanın ötesinde çok daha büyük duygular ve anlam taşıyor. Oğullarını gurbete yolculamak için yola çıkan bir çekirdek aile aynı zamanda bir uzaklaşmanın güzelliğini, vedanın kederini de yaşıyor. Filmin ana teması aslında ufaklığın telefonu sakladığında kurduğu bir cümlede kendini açık ediyor;

“Bu yasağı kim koyuyor, bilmem lazım. Ayrıca yasaktan kastınız ne? Söylesenize bu yasağı kim koydu?”

Sevimli mimiklerin eşlik ettiği bu sözler bir toplumun psikolojisini yansıtıyor ve özellikle ülkemizde yaşayan insanların, yani bizlerin hislerine de tercüman oluyor. Sürekli sıkıştırılan bir durum var ortada ve bir şey sıkıştırılarak asla yok edilemez. Basınç artar ve bir yerden patlar. İşte biz küçük bir yol hikayesiyle bu patlamayı görüyoruz bu filmde. Sınırlayan her şey eğer tam anlamıyla köle haline gelinmemişse bu etkiyi yaratır. O yüzden şu cümle öylesine güzel ki…

“Kanuna karşı gelmemek için kendimize sınırlar çiziyoruz. Sınır çizince düşünmeyi bırakıyoruz. Çünkü iyi insanlar olduğumuzdan emin oluyoruz.” 

Sonra, her şey umutsuz değil bu filmde. Asfalta düşen, kapitalizmin ana temsilcisi konumunda olan bir Coca Cola kutusunun ezilerek asfaltta dümdüz hale getirilmesi gibi…