İnsan türünün, bugüne dek adı konmamış bir alt türü olduğunu öne sürüyorum. Kendimi de içinde gördüğüm bu tür, tüm fiziki ve biyolojik özellikleriyle Homo Sapiens (insan) gibi yaşamını sürdürüyor olsa da, psikolojik, felsefi ve duygusal açıdan son derece farklı davranış biçimleri gösteriyor. Üstelik bu alt türe mensup üyelerin her biri de kendi içinde tutarlı, ayrık bir grup olmaya yetecek şekilde aynı özellik ve tutumlara sahipler.


Böyle bir iddiayı ortaya atınca, açmak gerekecektir elbette. Ancak bu açılım, biyolojik bir tez ya da kanıt peşinde olmadığımdan dolayı, bilimsel anlamda bir sav niteliği taşımayacaktır. En azından şimdilik ve bugün kabul edilmiş birçok bilimsel gerçeğin ilk günlerinde olduğu gibi…


İnsana bu kadar dahil, bu kadar yakın, bu kadar benzer ancak bir o kadar da başka olan türümüz üyelerinin ilk ortak özelliği; gezegeni ve onun üzerinde geçireceğimiz süre olan yaşamı algılayış biçimidir. Söylenenleri, söylendiği ve öğrenilegelmiş şekilde yapmak, bizim tür için en başından beri imkansız bir beklenti olmuştur. Çok küçük yaşlardan itibaren, büyük çoğunluğun kabul ve tebliğ etmiş olduğu ana akışa, düzene karşı olan tavırları dikkat çeker genç üyenin. Bu direnci ise sadece çıkıntılık olsun, asi gözüksün diye göstermez; sadece bir türlü anlayamamaktadır bu aynılığı, tek tipliği. Bu durumun güzel, cazip olan yanı nedir; eğlenceli, keyifli yanı neresidir, anlam veremez. Ve kısa süre içinde, bir anlamı olmadığı için anlam veremediğini de kavrayacak kadar ızdırap verici bir idrak yeteneğine sahiptir. Aynı saatte yatıp aynı saatte kalkan, benzer ya da aynı işlerde çalışan, hatta bırakın aynı işleri “çalışmak zorunda olan”, mutlaka evlenen, mutlaka boşanan, aynı giyinen, aynı tatile giden, aynı otomobile binen, aynı filmi izleyip aynı müzikleri dinleyen, aynı şekilde sevişen ve akla gelebilecek daha yüzlerce şeyi aynı şekilde yapan milyonlarca insanın ortasında, hiç istememesine rağmen onların dilini öğrenmeye çalışan bir öğrenci gibi hisseder kendini. Bu hevessiz sürecin sonunda ne kadar başarılı olması beklenebilir? Olamaz tabii ki, olamıyor. Belki de bu alt türün henüz fark edilmemiş ve tanımlanmamış olmasından ötürüdür bu çaresiz uyumsuzluk. Onun kendi doğal ortamına elverişli olmayan bir iklimde sağlıklı, mutlu, başarılı olmasını beklemek!..


Bizim insanımız (türümüzü şimdilik bu şekilde anabiliriz), yaşadığı gezegende olup bitenlerin de farkındadır. Son derece sıradan ve hiçbir önemi-farklılığı yokmuş gibi gözüken bir tespit değil mi? “Ne var ki bunda?!”, “söz edilecek özellik mi bu!” “herkes olup bitenin farkında değil mi zaten!?” Değil. Elbette değil efendim.

Ne demektir “yaşadığı gezegende olup bitenin farkında olmak?” Güzel zeytini var diye Ayvalık’tan zeytin almak değil, zeytin ağacıyla yakın geldiği zaman ne kadar mucizevi ve gerçek bir yerde yaşadığını fark etmektir. Zeytinin de kendinin de aynı atmosferde canlı olduğunu, birbirine hiç benzememesine rağmen bu iki şeyin de hayatta olduğunu hissetmek. Bunun hayreti, hayranlığı ve yol göstericiliğinin tadını çıkarmak. İstanbul Boğazı’na bakıp da aşılması gereken bir yol, atlatılması gereken bir trafik, yetişilmesi gereken bir toplantı değil; içinden deniz geçen bir kent görmek… O kent ve kıtalar arasında yaşadığına tekrar gülümsemek, gemilerin çocukluğu için taşıdığı anlamı hatırlamak.

Bizim insanımız, bir deniz kenarına ulaştığında, orada manzarası nefis, suyu berrak, yüzmesi doyumsuz bir sahil görmez sadece; dev su kütleleriyle dolmuş korkunç büyüklükteki bir kara boşluğunun, hatta bir uçurumun, ayaklarının dibinde durmakta olduğunu düşünür. Kuşlar, gökyüzünün zarif süsleri değildir onun için; kendisinin aksine uçabilen ve iyi niyetli ve barışçıl olduklarına şükredilmesi gereken masalsı yaratıklardır. Yemyeşil çimenler, yalnızca peyzajların başrolü, bahçelerin, parkların estetik kuvvetleri olmakla kalmaz; ayaklarını yerden kesen, onu doğal ritmiyle sırtında taşıyan, canlı yeryüzü örtüsüdür onun için.

Ya içki içmek? Masada boşluk bırakmayan leziz mezeler ve ucuz icraya maruz kalmış pahalı ve güzel şarkılar mı? Elbette hayır. Kadim bir iletişim ve trans aracıdır içki bizimkilerin elinde. Bir değişim, bir aktarım, bir idrak ritüeli…

Örneğin bizim insanımız, bir kente ilk kez gittiğinde, orada da bir hayatın yaşanmakta olduğunu, orada da bir miktar insan yaşadığını görür ve bunu hayranlıkla över. Onlar adına sevinir. Kendi adına da sevinir, böyle bir seçeneğin de var olduğunu artık biliyor olduğu için.

Sevdiği kadından/erkekten bir oğlan, bir kız bebeği değil, yepyeni bir insanı olur bizim tarafın. Pazarlarda, marketlerde meyve sebzelerin, dallarından toplandıktan sonra, satmak için orada sergilenmekte olduğunun çok çok iyi farkındadır.


Farkı ve farkında olmayı anlatmaya bir parça yeterli olacağını düşünüyorum bu örneklerin. Siz bu formülle örnekleri milyonlandırabilir, attığınız her adıma uyarlayabilir ve işin ilginci, gidiş yolunu kavrayabilirsiniz.


Gerçi bunları bir reçete, bir kılavuz olsun diye yazmıyorum. Benimki, anlatma ve imleme gereksinimi. Belki de genele göre azınlık olduğumuzdan dolayı “tuhaf, kopuk, uçuk, kırık, başarısız” vb birçok olumsuz suçlamayla etiketleniyor olmamıza karşı bir bilgilendirme. Bir zeytin dalı, bir barış çağrısı, bir ateşkes talebi hatta. Gerçi kim bilir; azınlık olduğumuz belki de benim kuruntumdur. Vahşi zorunluluklardan dolayı kendini gizlemeyi öğrenmiş kaç kişiyiz, nereden bileyim!


Esas mesele ise türümüzün (bu alt türün) beslendiği, kendini var ettiği ana kaynak: haz. Bunca şey anlattıktan sonra kalkıp “haz” demenin bir parça “ne alaka” efekti vereceğini öngörebiliyorum. Ama konu o kadar basit değil. Kısa yoldan gidecek olursak; dünyadaki her şeyi sadeleştirdiğimizde kalan şey hazdır. İsteyen “keyif, zevk, eğlence” gibi sözcükleri de kullanabilir. Yaptığımız, uğraştığımız, istediğimiz, özendiğimiz, özlediğimiz her şey mutlaka hazla ya da haz veren şeylerle ilgilidir. İstediğimiz işi yapalım, istediğimiz sektörde çalışalım, istediğimiz kadar para kazanalım, sonunda ulaşmaya çalıştığımız şey hazla ilgili olacaktır. Bir an bunu düşünürseniz, aslında öyle olduğunu göreceksiniz. Sadeleştirerek azalttığımızda, hazla ilgisi olmayan bir şey neredeyse yoktur. Çağımızın alışım aracı olan para, aslında hazza ulaşmak için kullanılır. Daha iyi arabalar, daha güzel evler, daha güzel tatiller, daha güzel kadın ve erkekler, daha konforlu bir sağlık hizmeti, daha eğlenceli geceler, daha klas içkiler, daha pahalı giysiler… Örnekler yine milyonlanmaya son derece elverişli elbette. Ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın, sonuçta elinizde kalan haz olacaktır. Çok ciddi, hayati, kritik, önemliymiş gibi gözüken iş/çalışma hayatı, kurumsal hayat kural ve klişeleri, aslında insana haz/keyif veren basit şeyler içindir. Önemlileştirilmiş iş hayatı döngüsü içindeyken ise bu bahsettiğim kavramlar küçümsenmeye çalışılır. Sanki onlardan çok daha önemli şeyler için o büyütülmüş işler yapılmaktaymış gibi bir hava yaratılır. Değildir. Hiç öyle değildir. Ne için para kazandığınızı, daha doğrusu paranızı nelere harcadığınızı bir düşünün bakalım. Size haz/keyif vermeyen kaç şey için kullanmışsınız paranızı?.. Erik, ayakkabı, parfüm, seks, tablet, telefon, arsa…


Velhasıl türümüz farkında ve güzeldir. Doğrudan hayatla ilgilidir. Onunla aşılanmıştır. Standartlaştırılmış Sapiens’ten, Hedonizm farkıyla ayrışır.