Casuslar Köprüsü (Bridge of Spies)


Yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı Bridge Of Spies, başrolü Tom Hanks’in de katkılarıyla hukukun felsefesini sanatla bağdaştıran bir yapıt haline gelmiş. Eserin kurgusundan, sinematografisinden, sinema dilinden ziyade izleyiciyi düşündürmeye zorladığı hukuki noktalar üzerinde durmak, bu yazının varoluş amacı.


Bir sigorta avukatı olarak hayatına devam etmekte olan James Donovan, Rudolf Abel isimli bir Rus ajanının yakalanıp yargılanmaya başlamasıyla, yıllardır uzak kaldığı ceza yargılamasının içerisinde bulur kendisini. Yıllardır hukukçulara öğretilegelen yargıyı yıkmakla işe başlanır önce: “Ceza yargılamasının, daha spesifik anlamda iddia-savunma-yargı üçlüsünün amacı esasen gerçeğin ortaya çıkarılmasına yardımcı olmaktır.” Filmde avukatımız müvekkilinin gerçekte bu suçu işleyip işlemediğiyle ilgilenmez, bunu sorma gereği bile duymaz. Aslolan savunma hakkıdır çünkü. “Hakikatin peşinde koşuş, savunma hakkının gereği gibi kullanılmasına engel olacaktır.” düşüncesi hakimdir. Nitekim öyle de olur. 

 

Amerikan yargısının sanığı adil bir şekilde yargıladığını tüm dünyaya göstermek amacıyla baro tarafından avukat Donovan sanığın savunulması için görevlendirilir. Film ilerledikçe fark ederiz ki bu görevlendirmenin amacı gerçekten de gösterişten ibarettir, zira yargı ve iddia makamı başta olmak üzere diğer herkes sanığın idamla cezalandırılmasından yanadır. Hiç kimse delillerin hukuka uygunluğunu, sanığın anayasal haklarının ihlalini sorgulamaz. Mesele baştan sona sanığın “gerçekte” bu suçu işleyip işlemediğidir. 


Avukatımız Donovan müvekkilini idam cezasından kurtarır ancak 30 yıl hüküm giymesine engel olamaz.


Amerikan yargısının da savunma hakkını içselleştiremediği, “içi boş kutsallık” söylemleriyle bolca sözünü ettikleri “adil yargılanma”nın aslında gerçekleşmediği, filmde apaçık ortaya konmaktadır.


Değinilmesi gereken bir konu da “sözde güvenliğimiz adına temel haklarımızdan nasıl vazgeçtiğimiz” konusudur. Filmde sanığın adil yargılanma hakkının ihlali artık açıkça ortadayken ortaya atılan bir diğer soru şu olur: “Devlet sırları, diğer devletlerin olası tehditleri ve bununla beraber halkın güvenliği söz konusuysa artık savunma hakkının gerekliliğinden bahsedilebilir mi?”

 

"Her hayat kutsaldır” sloganıyla yola çıkan filmin ya da en azından avukatımızın “devletlerin paranoyaları uğruna, ülkenin vatandaşı olsun olmasın her bireyin anayasal haklarının bu olası tehditler için feda edilemeyeceği” savını dikte ettiği, çıkarımlarım arasında. Öte yandan filmin en çarpıcı yanının bu söylemlerle süslenmiş mahkeme sahneleri olduğu da bir gerçek.


Filmin sanatsal anlamda incelenmesinin bu yazının konusu olmadığından yukarıda bahsetmiştik. Bu anlamda film dilinin çözümleme yöntemine de gitmedik. Ancak her şeye rağmen yönetmenin inatla göstermek istediği bir anlatım var ki buna değinmezsek saygısızlık olur: Müvekkilin, anlattığı bir hikayeden yola çıkarak avukatımıza “standing man” yani “dik duran adam” yakıştırması yapması. Yargılamanın devam ettiği süreçte halkın ve hatta kendi ailesinin aşağılayıcı bakışlarına maruz kalan avukat Donovan’ı “bireyin savunma hakkı, daha da geniş olarak adil yargılanma hakkı”nı temsil ettiğini düşünelim. Tabii bu somutlamayı hukukun üstünlüğü çizgisi üzerinden de götürebiliriz. Devletin çıkarları, kendisine dayatılan “kurgulanmış gerçekler” nedeniyle vicdanı bağlanmış toplumun bakışlarına her daim maruz kalan avukatımızın, her şeye rağmen, son sahneye değin dik duruşu. Bu bağlamda hukukun devletin de üzerinde, evrensel kavramlarla bezenmiş bir disiplin olduğu çıkarımı yerinde olacaktır.


Son olarak özellikle söylemek isterim ki Rus ajan Rudolf Abel’i canlandıran Mark Rylance’ın performansı, filmde en beğendiğim performans olmuştu. Filmin fazlasıyla Amerikan propagandası yapması, ilk aşamada anlatılagelen toplumsal dayatmanın filmin ikinci bölümünde aksine bir süreçle gelişmesi gibi birçok eksik yanı elbette var ancak başta da belirttiğim gibi bu yazının amacı yönetmenin sorgulatmak istediği hukuki kavramlar üzerine konuşmaktı.


Filmin sonunda; hukukun eninde sonunda, bir avukatın gayreti sayesinde tecelli ettiği ve insan hayatının ne kadar paha biçilemez olduğu bir kez daha belirtilmiştir.