1


Hürriyet nedir tartışması üç bin yıllık bir tartışma. Kavramın kendisi en başından beri bir tartışmanın konusu değil aslında. İlk kullanıldığı anlamıyla basitçe köle olmamak demek. Yazının ilk kullanıldığı toplumlardan olan Akadlar’da “andurarum” Sümerlerde amargi kelimesi ile karşılanıyor(Dijn, 2020, s. 17). Bu anlamıyla antik dünyanın her yerinde kavramın kendisi hakkında bir mutabakat olduğunu iddia edebiliriz. Hürriyetin neliği tartışmasını ancak Antik Yunan’a geldiğimiz zaman görebiliyoruz. Herodotus’un aktardığı Sperthias and Bulis’in hikayesi (Herodotus, 2004) hürriyetin kişisel alandan çıkıp toplumsal bir mesele haline gelişinin ilk temsillerinden biridir. Yunanlıların özgürlük anlayışları “biz” anlayışları ile doğrudan bağlantılıdır. Yunanlılar şehirlerin içindeki yaşamlarını bugün bizim anladığımız şekilde anlamazlar. Polis modern şehir gibi bir idari birim değildir bilakis aidiyetin merkezi, şehrin sakinlerinin içinde anlam kazandıkları mekandır.

“Oikos ya da hane alanı Yunan için, insanın biyolojik ve iktisadi varlığını yeniden üretmesi için zorunlu işlevlerin yerine getirildiği yeri gösterir. Temelde insanın maddi ihtiyaçlarının karşılandığı alan bu alandır. Ancak bu yer, insanın insan olabilmesi için gerekli/zorunlu temel koşulların sağlandığı düzlem olsa da bu alanda yer alan insanın herhangi bir canlı varlıktan bir bakıma pek bir farkı da yoktur. Bu düzlemdeki insan, herhangi bir hayvan gibi yemek, içmek, uyumak, üremek, iklimsel koşullardan korunmak, güvenlik gibi gereksinimlerini karşılamaktadır. Kadın, bu gereksinimler ya da zorunluluklar sisteminin merkezi sinir düğümü konumundadır ve bu yanıyla bu sistem tarafından adeta esir alınmıştır. Oysa insanı, herhangi bir hayvandan, herhangi bir başka insandan, örneğin bir Persli'den (…) ayıran şey, öncelikle bu zorunluluklar sisteminde özgürleşmesi, ona tabi, onun tutsağı olmaktan çıkmasıdır. Bunu mümkün kılan ise polisin varlığıdır. O halde tam bir insan, ancak bir yurttaştır. Çünkü sadece ve sadece yurttaş, hangi kategoride yer alıyor olursa olsun, özgürdür. Yurttaş özgürdür çünkü ona bu özgürlüğünü kazandıran ya da bu özgürlüğü sağlayan şey, tam da polise içkin özgürlük eksikliğinin (kölelerin, metoikosların ve kadınların) varlığıdır. Onların çalışmaya olan zorunluluğudur. İşte bu bağlam içinde polis yurttaştan, yurttaş polisten başka bir şey değildir demek mümkün olabilir. Bu ikisi birbirlerini var ederler. İşte polisin özgül bir deneyim olarak adlandırılması öncelikle bu yüzdendir. Yurttaşı var eden polis, polisi var eden yurttaş olduğu içindir ki yurttaşın yurttaş olarak polisten gayrı bir hayatı olamaz. Eski Yunan'la ilgili hemen tüm kaynaklarda belirtilen, Yunan'da özel alan ya da özel yaşam ile kamusal alan ya da kamusal yaşam arasında bir aynın olmadığına ilişkin vurgular bununla ilgilidir. Yurttaşın yurttaş olarak herhangi bir özelliği, etkinliği, vs. olsun da polisle ilişkili olmasın: Biyolojik bir varlık olarak insanı yurttaşlık vasfıyla donatarak tam bir insan ya da gerçek bir insan haline getiren polis ve polis merkezli düşünce için bu tahayyül edilemez.” (Ağaoğulları vd., 2012, ss. 44-45)

Antik Yunan polise özgü şartların varlığı sayesinde hürdür. Tam olarak “hiçbir şey yapmak zorunda değildir”.

“Yunan'da hem kişileri hem de polisleri nitelemesi bakımından özgürlük sözcüğü ya da eleutheria, kolayca başka dillere çevrilemeyen bir sözcüktür. Kavram bir anlamda başına buyrukluğu içermektedir. Burada başına buyrukluk, bir yandan çalışıp çalışmama özgürlüğünü, özellikle bir başkası için çalışmak zorunda ol­ mamayı, yani efendisizliği işaret etmekte ama aynı anda polisi de nitelemek için kullanılmaktadır. Polis için de başına buyrukluk, efendisizliği işaret etmektedir; herhangi bir başka polise haraç ödemek zorunda kalmayan, onun için çalışmak zorunda olmayan, yönetimin adı, biçimi ne olursa olsun, kendi yurttaşlarınca yönetilen bir polisi.”(Ağaoğulları vd., 2012, s. 47)


O halde hürriyet antik Yunan’da varlığı dolayımsız idrak etmek ve dolayımsız eylemek olarak tek cümle haline getirilebilir. Herhangi bir yurttaş herhangi bir davranışını kendisinden üstün bir otoritenin varlığını gözeterek yontmak zorunda değildir. Onun tek borcu bir parçası olduğu polise karşıdır ki bu parçası olma halinin de bir hiyerarşik pozisyona karşılık düşmediğini yukarıda belirttik zaten. Oysa pers dünyasında herkes bir büyük kral olduğunu bilmeli ve onun gazabının korkusu ile yaşamaya alışmalıdır, zira o istediğini istediği şekilde öldürebilmektedir ve hiyerarşik olarak tartışmasız bir biçimde en üsttedir. Pers dünyasında değil normal bir kişi bir soylu ordu komutanı bile her an canından olabilir zira mutlak otoritenin olduğu bir sistemde yaşamaktadır.


Yukarıdaki anlatıdan antik Yunan’da hürriyetin bir sınırının olmadığı sonucu çıkmıyor elbette. Tarihten gelen mitoslarla karışık yasalar dahilinde herkes yargılanabiliyordu ancak jüriler sabit değildi ve atanmış savcılar, hakimler yoktu. Bir şikâyeti olan bunu en yakın mülki amire bildiriyordu ve kurayla seçilen 200 kişilik jüri üyeleri kişinin suçlu olup olmadığına karar veriyordu. Yasa yapma görevleri de aynı şekilde yurttaşlar tarafından yurttaşlardan birine devrediliyordu.


O halde birinci çıkarımı özetleyelim: Hürriyet köle olmamak demek iken antik Yunan’da ilk defa politik anlamda kendini yönetmek manasını kazanmıştır. Polis kendisini yurttaşları aracılığıyla yönetir ve yurttaşlar kendisini çalışmaktan, efendilere biatten azat eden polisi bir başka kralın ya da krallığın buyruğuna girmekten korumak için canları pahasına savaşırlar. Yani köle poliste, özgür yurttaş olmaz.


2


“Özgürlüğe Aristoteles cehaletten kurtulmakla; Stoacılar zevk, ıstırap, istek ve tutkulardan uzaklaşmak, bedensel ve ruhsal gereksinmeleri en aza indirmekle; Duns Scotus istenci yetkinleştirmekle, Spinoza yalnızca aklın gereklerine uymakla; Kant, "moral yasa dışında her şeyden bağımsızlaşarak," Hegel ve onu izleyen Marx ile Engels "zorunluğu tanımakla" ulaşılabileceği savındaydı. Rousseau'nun çözümü daha çarpıcıydı: Uygarlıktan doğal yaşama dönmek. Toplumsal Sözleşme adlı yapıtının girişinde, "İnsan özgür doğar, ama nereye baksanız onu zincirler içinde görürsünüz" tümcesini okumaktayız” (Yıldırım, 1991)

Cemal Yıldırım’dan alınan yukardaki pasaja birkaç parça da ben eklemek istiyorum. Gorgias retoriğin öğrencilerini özgür kıldığını, amaçlarının doğru ya da yanlışın savunusunu yapmak değil kişiye yarar sağlamak olduğunu belirtmiştir.(Öztürk & Çevik, 2022, s. 42) Elealı Alkidamas “Tanrı herkesi hür kılmıştır, tabiat kimseyi köle yapmamıştır” demiştir. (Aristotle, 2013, s. 83) Kinik özgürlüğe doğru yolculuk her şeyden önce toplumun dayattığı kimliği reddetmekle başlar ve tüm toplumsal değer ve statülere muhalefet etmekle devam eder. (Öztürk & Çevik, 2022, s. 77) Hobbes ise özgürlüğü çok daha kısa bir şekilde “hareketin önündeki dışsal engellerin yokluğu” olarak tanımlar. Hobbes’un The Elements’de tanımladığı özgürlük tek cümleyle “Kişinin bir eylemi yapmadan önceki o eylemi yapma ya da yapmama konusundaki seçim şansının varlığıdır. Bu seçim şansı kişinin önündeki seçenekleri yapma gücünün bulunup bulunmadığı konusunda giriştiği müzakere sonucunda aldığı kararla sona erer. Eylemeye karar verme edimine Hobbes irade adını verir. İrade devreye girdiğinde yani karar verildiğinde özgürlük de sona erer.” (Öztürk & Çevik, 2022, s. 221) Spinoza’da Tek cümleyle, özgürlük anlamaktır. Bir kölenin kurallara uyması ile bir yurttaşın devletin kurallarına uyması karşılaştırılır. İkisi de itaat eder ancak farklı sebeplerle. Bir tanesi yasalara kendi varlığını devam ettirmek için itaat eder ki bu özgürlükle çelişmez bilakis özgür olmanın koşuludur. Diğeri ise korku sebebiyle itaat eder buna ise özgürlük diyemeyiz. Edmund Burke için özgürlük evrimci, Thomas Paine’e göre devrimcidir.

O halde Hürriyet kavramının tam olarak ne olduğu konusunda belirli bir uzlaşı yok diyebiliriz.


3

Hürriyetin tarihsel yolculuğunda antik Yunan’dan sonra skolastiğe kadar geniş bir anlam kayması olmaz. Hala temel anlamıyla köle olmamak siyasi anlamıyla ise yasalar üzerinde söz sahibi olmakla alakalıdır. Skolastik ile artık monarşi tartışmasız bir şekilde kabul görmüş durumdadır. Rönesans’a kadar tüm tartışma iyi kral ile kötü Tiran arasındadır.

 Özgürlük tartışması Rönesans Hümanistlerinin antik eserleri keşfiyle tekrar gündeme geldi. Buradaki insanlar kendilerini aile, memleket vs. aidiyetleri üzerinden değil, modern dünyaya benzer şekilde birey olarak algılıyorlardı. Bu algı doğal olarak antik hürriyet tartışmasını da beraberinde getirdi. Kralın iyi veya kötü olması değil, kişinin kendi hayatını düzenleyen kurallar üzerinde ne kadar söz sahibi olduğu tartışması hortladı.

Köleliğin kaldırılması gerektiğini öne süren ilk yazarların ortaya çıktığı bu uyanış aşamasında antik metinler tüm Avrupa’ya yayıldı. Machiavelli’nin bu dönemde antik dönemdeki insanların şu anki insanlardan daha özgürlük sever olduğunu söyler. Rönesans döneminde, antik Yunan ile karşılaştırıldığında şu anki kötü durumları ile yüzleşen aydınlar öncelikle dikkati hürriyete çektiler. Ancak elbette bir fikrin hayata geçmesi için gerekli toplumsal ve çevresel gereklilikler bu dönemde hazır değildi. 1559 yılında Habsburg İmparatoru 5. Charles’ın kuzey İtalya’nın hürriyetçi kentlerini kontrol altına alışıyla bu uyanış sona erdi. Ancak fikirlere zincir vurulamayacağı henüz tam olarak bilinmiyordu zira Rönesans’ın etkileri henüz kuzeyde tam olarak hissedilmeye başlanmamıştı. Özellikle matbaanın yardımıyla kuzeye yayılan klasikler yeni bir uyanışın başlangıcını teşkil etti.

Alplerin kuzeyindeki ülkeler elbette İtalyan yarımadasının tarihine, demokratik pratiklerine ve entelektüel birikimine sahip değildi. Neredeyse hiç demokrasi denenmemiş, oligarşi bile istisnai bir durum olagelmişti. Ancak antik metinlerin Avrupa’da yayılması ile krallara karşı olan muhalefet sadece kötü tiran iyi kral tartışmasının üstüne çıkarak monark kimse ondan hürriyet talep etmeye başladı. Birey olmanın doğal sonucu olan bu gelişme Fransa’da Huguenotlar ile, Polonya-Litvanya Devletinde seçime dayalı monarşi ile, Hollanda’da meşhur Dutch Revolt ile, İngiltere’de sivil savaşla kendini göstermiştir.

Avrupa’ya yayılan bu uyanış hürriyetin tanımı olarak demokrasiyi tanıyordu, tıpkı antik dönemlerdeki gibi. Kendi dönemlerinde ise bu özgürlüğe sahip olmanın tek yolu seçimler ve yasamaya katılımdı.

“Özetle, 1500 ve 1700 yılları arasında, eski özgürlük kültü, transalpin Avrupa'da yeniden canlanarak hayata döndü. Rönesans İtalya’sında olduğu gibi, Yunan veya Roma'ya ait her şeye duyulan hümanist tutku, popüler özyönetim olarak anlaşılan özgürlük değerine yeni bir vurgu getirdi. Bu durum, monarşik düzenin çöküşüyle karşı karşıya kalan Fransa, Polonya, Hollanda ve İngiltere gibi ülkelerde özellikle belirgindi.”(Dijn, 2020, s. 165)

Bu dönemde unutulmaması gereken önemli meselelerden bir tanesi de hürriyetin sınırları meselesi. Buradaki sınır kavramıyla hür kişinin eylemlerinin sınırları değil, kimlerini hür kimilerini hür olmayan yapan sınırdan bahsediyorum. Evet hürriyetin kaynağı hür vatandaşların idareye katılmasıdır ancak kimdir bu hür vatandaşlar? Köleler değil, kadınlar değil, çocuklar değil, fakirler değil. Bu dönemki özgürlük anlayışı antik dönemi tekrar canlandırmaya çalıştığından o dönem gerekli görülmeyen tartışmalara da girmediler. Polis’te kimin yurttaş olup olmadığı belliydi ancak on altıncı yüzyıl dünyasında kimin vatandaş olup olmadığı meselesi biraz daha tartışmalı bir meseleydi. Monarşiden kurtulmuş yahut onu yasal sınırlar sahilinde tutmayı başarmış milletler için hürriyet tartışması artık kimin vatandaş olduğu, kimlerin idarede yer alması gerektiği tartışmasına doğru evrildi.

Bu dönemde hürriyet tartışmasına derinlikli bir katkı sağlayan diğer gelişme reform sürecidir. Kişinin kendi hayatında aldığı kararları yakından takip eden Katolik kilisesine karşı ortaya çıkan Protestan tepki, din hürriyeti temelinde düşünce ve ifade hürriyetinin sesini yükseltmesine katkıda bulundu. Bu dönemde ortaya çıkan ve Protestanların başını çektiği hürriyet düşüncesi sadece orta çağın zihin dünyasına değil aynı zamanda klasik dünya mantalitesine de karşı çıkıyordu. Onlar için özgürlük “sadece” idaredeki söz hakkı olarak tanımlanamazdı. (Young, 1996) Buradaki dönüşüm önemli zira şu ana kadar gördüğümüz üzere özgürlük şu tek eksen üzerinde tartışılıyordu: “Hür olanlar yasa yapımında, özellikle vergilerin belirlenmesinde ve büyük kararların alınmasında ne kadar etkili?”. Eğer toplumun aristokratları ve önemli burjuvaları yönetimde söz sahibiyse bu kimseler kendilerini hür sayıyor ve tartışma toplumun daha yoksul kesimlerini kapsamıyordu. Zira hürlükten hala temelde birisine bağlı olmamak, efendisizlik ve genellikle çalışmak zorunda olmamak gibi antik değerler anlaşılıyordu. Bu değerler antik Yunan aristokrasisi tarafından türetilmiş ve Hümanizmin dirilmesi ile birlikte olduğu gibi Avrupa’ya geçmişti. Unutulmaması gereken önemli bir nokta aslında antik Yunanlıların da özgürlüğü “sadece” yasamaya katılmak olarak anlamıyor oluşlarıdır. Onlar için yasamaya katılma bireysel özgürlüğün garantilerinden biriydi sadece. Ancak orta çağ dünyasında otuz bin yurttaşın üç yüz bin kölenin yaşadığı müreffeh bir toplum ancak bir hayal olabilirdi. Bu sebeple hümanistlerin hürriyet anlayışının antik Yunan hürriyetinin ancak eksik anlaşılmış bir versiyonu olduğunu da belirtmekte fayda var. Dönemin kilise ve monarşiden oluşan iki dolayımlı dünyası kişinin kendi başına bir varlığının olduğu fikrini dahi kolayca düşünülemez hale getiriyordu. En ücra yerleşimlere kadar sızmış yeryüzünden uzak bir ahlak ve devrilmesi zor bir silahlı adamlar koalisyonu olarak monarşi, bireyin kişisel bir hürriyeti talep etmesini zaten olanaksız kılıyordu. Kilisenin gücü monarşi ve alternatif kiliseler yoluyla kırıldığında ortaya çıkan ahlaki arayış hümanizm ile dolduruldu diyebiliriz.

Tarihin bu kırılım noktasında önemli bir diğer konu ise dinin etkisidir. Protestanlık geniş kitlelere yayılmış ve toplumun yoksul kesimlerinin de iltifatına mazhar olmuştu. Bu sebeple de Protestanlık üzerinden gelişen hürriyet tartışmaları doğal olarak sadece aristokratları değil aynı zamanda da halkın tamamını ilgilendirir bir mesele haline gelmişti. Halkın tamamı din hürriyeti talep ederken bu hürriyet ile gelen düşünce ve ifade hürriyetini de kabul ediyordu. Üstüne bu dini hürriyet talebi temelde devletin bireye karışmasının sınırlarını çizdiği için doğal olarak hürriyetin bireysel bir “müdahalesizlik” olarak anlaşılmasının da önünü açıyordu. Ancak elbette bu etkiyi çok abartmamak gerekir zira Protestanlık ne olursa olsun bir dindir ve fikirleri tanrı merkezlidir.

Bugün bildiğimiz anlamıyla hürriyet, liberalizmin de kurucu babası sayılan John Locke ile felsefi temelini bulmuştur. Locke insanın doğal olarak özgür doğduğunu ve ancak bu özgürlüğe saygı gösteren bir yönetimin meşru ve arzulanabilir olduğunu belirtmiştir. Ancak elbette Locke’un görüşleri ile hürriyet tartışmasına tüm Avrupa katıldı şeklinde değil, reform sonrasında hürriyetin yeni tanımları oluşmaya başladı şeklinde düşünmek gerekir. Hürriyet tartışmalarının da İngiltere, Polonya ve Hollanda gibi birkaç ülke ile sınırlı olduğunu da hatırlatalım. On yedinci yüzyılda Osmanlı’da henüz böyle bir tartışma yok.


4

Hürriyet tartışmalarının tekrar patlamasını sağlayan şey ise Amerika bağımsızlık savaşı ile birlikte oldu. Amerika’daki kolonilerin ayaklanması elbette bir takım ekonomik ve idari sorunlara dayanıyordu ancak ayaklanmanın esas sebebi ayaklananlara göre özgürlük arayışı idi. Örgütlenmede, mücadelede, nutuklarda görülen ortak nokta özgürlük kavgasıydı. Elbette Amerika bu konuda yalnız değildi, Hollanda, İngiltere, Fransa, Haiti ve Polonya’da da ortaya çıkan ayaklanmalar hep özgürlük temelindeydi. “1775'te Amerikan Devrimi'nin başlaması ve 1815'te Avrupa'da devrimin yerini restorasyona bırakması arasında, Atlantik dünyasının tamamı sürekli olarak özgürlükten bahsetti.”(Dijn, 2020, s. 188)

“Patrick Henry'nin 1775'teki konuşmasını bitirdiği savaşan kelimeler, yani "özgürlük ya da ölüm", kısa süre sonra Amerikan devrimcilerinin yarı resmi sloganı olarak benimsendi. 1775 Ağustos'unda, Birinci Virginia Alayı'nın askerleri, Henry'nin ünlü sözlerini iki yanında taşıyan bir sarmal çıngıraklı yılan resmini bayrak olarak kabul ettiler.5 Kıtalararası Ordu'daki New York ve Güney Karolina alaylarının taşıdığı bayraklar aynı sözcüklerle süslendi veya alternatif olarak Vita potior libertas ("Özgürlük yaşamdan üstündür.") sloganıyla bezenmiştir. .”(Dijn, 2020, s. 188)

Bu noktada belirtilmesi gereken bir şey daha var. Herhangi bir tartışma özellikle bizimkisi gibi cahil toplumlarda sanki halkın hiç muhatap olmadığı ve üniversite kürsülerinde özel insanların arasında geçen diyaloglarmış gibi anlaşılır. Halkın bunu takip etmek, öğrenmek ve bir şekilde inisiyatif almakla ilişkisi yoktur. Oysa özellikle özgürlük tarihi bize göstermiştir ki hürriyetçi yazarların eserleri döneminde kamu tarafından sıkı bir şekilde takip edilmektedir. Örneğin Richard Price’ın sivil özgürlükler üzerine yazdığı kitapçık sadece 1776’da on dört edisyondan geçmiş ve altmış bin kopya satmıştır. Bugünün Türkiye’sinde bir sene içinde 60.000 satan kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve bunların hemen hiçbiri fikir kitabı değildir.

Bir diğer önemli ara not Batı’da hürriyet tartışmasının yayıldığı alanın genişliğidir. Amerika kıtasından Polonya’ya kadar her yerde hürriyetçiler düşünüyor ve yazıyorlardır. Daha da önemlisi birbirlerinden haberdar şekilde birbirilerinin görüşlerini eleştiriyor, övüyor, açıklıyor ya da düzeltiyorlardı. Bu şekilde tartışma dünya sathına yayılmış bir biçimde birikerek ilerliyor ve dayanışma içinde kendi ülkesinin insanlarını özgürleştiriyordu.

Devam edersek, özellikle on sekizinci yüzyılda hürriyet tartışmasının temeli demokratik hak arayışı ve bu arayışın ekonomik, sosyal, kültürel koşullarıdır. Dönemin düşünürleri ekonomik olarak dezavantajlı durumda olan geniş yığınların demokratik bir devlette sadece soruna gebe olacağını biliyorlardı. Özellikle Thomas Jefferson mülkiyetin sadece büyük oğlana kaldığı bir miras rejiminde mülkiyetin belirli ellerde toplanmasının sakıncaları üzerinde durmuş ve miras hukukunun değişmesi için önemli adımlar atmıştır. 1800’e gelindiğinde neredeyse her eyalette artık miras sadece büyük oğlana değil, tüm aile üyelerine eşit miktarda kalmaktadır. Bu dönem özgürlükçülerindeki “mülkiyetin az kişinin elinde toplanması tehlikesi”ne karşı uyanıklık bugün de kesinlikle örnek alınması gereken bir tutumdur. Zira az kişinin çok parası varsa sistem ya çok kişiyi köleleştirecek ya da kanlı bir devrimle değişecektir. Ekonomi politikaları sadece Amerika’da bu şekilde değildi elbet. Fransa’da da Amerika’dan sonra benzer yasalar çıktı. Hatta Robespierre “Aşırı servet eşitsizliği, politik eşitsizliğin [ve] özgürlüğün yok oluşunun kaynağıdır.” diyerek bu konudaki Fransız ihtilalcilerinin pozisyonunu da gösterir.

Bu dönemde hürriyetçilerin iki tutarsızlığı öne çıktı. Bunlardan birincisi kölelik meselesidir. Biliyoruz ki liberalizmin kurucusu sayılabilecek John Locke sadece köle sahibi değil aynı zamanda da tüccarıydı. Amerika’da özgürlük üzerine bunca kelam edenler gücü ele geçirdiklerinde iki yüzlülüklerine tüm dünya dikkat çekmeye başladı. Hürriyetçi düşünürler köleliğin kaldırılması konusunda hemfikir sayılabilse de hürriyetçilik Katolik kilisesinden sonra ikinci bir duvara daha çarptı: ırkçılık.

Çoğu beyaza göre siyahiler hürriyeti hakedecek kadar gelişmiş bir toplum değildi. Üstelik kölelik iyi para kazandırıyordu. Amerika’da bilindiği üzere bu mesele iç savaşla çözüldü. Bu iç savaş Amerikalıların hürriyet anlayışlarında ne kadar samimi oldukları konusunda bir gösterge bence. Elbette iktisadi sebepler her zaman olmak zorundadır ancak devleti yöneten fikir adamlarının iki yüzlü özgürlükçüler olmadığının ispatlanması da bence bu iç savaşı başlatan kuzeyin temel motivasyonlarından biri sayılmalıdır.

Bir diğer büyük tutarsızlık ise kadın meselesidir. Demokratik Amerikan toplumu erkek nüfusun %80’ine oy hakkı vermiş olmakla birlikte kadınlar on dokuzuncu yüzyılın ortalarında hala oy kullanma hakkına sahip değildir. Ancak metni okunabilir tutmak için bu dönem özgürlük tartışmalarına feminist bir eleştiri yapmayacak ve bu alanı olması gerektiği gibi kadınlara terk edeceğim.


5


Demokratik hürriyetçi devrimin gerçekleştirildiği ülkelerde ortaya çıkan temsil sorunu hürriyetçi düşünürleri yeni çözümler üretmeye zorladı. Evet, insanlar kendilerini bağlayan yasaları kendileri oluşturmalıydılar ancak devlet o kadar geniş bir alana yayılmıştır ve o kadar kalabalıktır ki doğrudan demokrasi mümkün değildir. Parlamenter demokrasi ise esasında yine yasa yapma yetkisini bir grup insanın eline vermek demektir ki bu insanlar bu yetkileri suiistimal edebilir ve sistemi tekrar bir oligarşiye çevirebilirler. Eğer antik Yunan hürriyetçiliği modern zamanlarda uygulanamayacak kadar yurttaşların aktif katılımına bağlıysa o halde ne yapılmalıdır? Bu soru hürriyet kavramının seviye atlamasına sebebiyet veren sorudur.

Bu sorunun yanıtlanması için on dokuzuncu yüzyıl düşünürlerinin bakış açılarını değiştirmeleri gerekmiştir. Sorunun çözümü ya devletleri parçalayarak doğrudan demokrasinin uygulanabileceği küçüklüklere indirmek ya da devletin kendisinden bağımsız bir özgürlük anlayışı düşünmektir ki seçilmiş olan yol da budur. Başta belirttiğimiz gibi antik Yunan’daki polis yurttaş ilişkisi dolayımsızdır.        Yurttaş devletin, şehrin kendisidir, anlamıdır. Ancak özellikle tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu süreçte her şeyin sebebinin ve sonucunun tanrı olduğu yerde elbette bu antik yunan akıl yürütmesi sürdürülebilir değildir. Bunun yerine kimin yönettiğinden bağımsız olarak kişinin dokunulmaz hakları konusuna eğilme başlamıştır. Özellikle Fransız devriminin terör uygulamalarında sonra demokratik hürriyetin sorunları çözen değil daha da kötü bir şekilde yeniden üreten bir mekanizma olduğu anlayışı yayıldı. Demokratik hürriyetin bu lanetlenmesi antik dünyada düşünülmüş olanın modern dünyada uygulanamayışıyla alakalıdır. Bu sebeple öncelikle devlet ile yurttaşın birliğine son verilmeli sonra da yurttaş devletin ahlaken üstünde konumlandırılıp ne pahasına olursa olsun kalabalıkların tahakkümü altına alınmasının önüne geçilmelidir.

“Özgürlük kavramı, demokrasi için savaşmak amacıyla kullanılan bir silahtan, zamanla ona karşı mücadele etmek için kullanılabilen bir araca dönüştü.”(Dijn, 2020, s. 227)

Hürriyetçilik tartışmaları için kavramsal bir dönüm noktası Johann August Eberhard’tır. “Eberhard, "vatandaşın özgürlüğü"nden bahsederken, çok farklı iki tür özgürlük arasında ayrım yapılması gerektiğini açıkladı: sivil özgürlük ve politik özgürlük.” (Dijn, 2020, s. 232)

Bu dönemde patlayan anti hürriyetçi yazının sebebi teorik bir çatışmadan ziyade demokrasinin geri tepişiydi. Demokrasi büyük ümitlerle iktidara gelmiş ancak ortalama bir monarkı mumla aratacak kadar hayata müdahale eden ve şiddet uygulamaktan hiç çekinmeyen bir sisteme dönüşerek hem halkın hem de düşünürlerin tepkisini çekmiştir.

Benjamin Constant sivil-politik hürriyet ayrımını daha da detaylandırarak antik ve modern özgürlük olarak yeniden formüle etmiştir. Constant’a göre antik hürriyet iki şekilde yeni çağda çalışamazdı: a- nüfus farkı b- üretim şeklinin değişmesi. Antik dönemde tek üretim alanı tarım olduğu için idaresi görece daha kolay bir yapı mevcuttu ancak bugünün şartları altında antik Yunan düşüncesi uygulanamaz. Ayrıca sınırlı devlet fikri de Constant’a aittir.

“Bu iç görü -demokrasi ve özgürlük, belki de uyumlu olsalar bile aynı şeyler olmayışları- aynı zamanda yeni bir kavramın ortaya çıkmasına yol açtı: liberal demokrasi. 20. yüzyılın son on yıllarında son derece popüler hale gelecek olan bu terim, 1860'larda Fransız liberal Charles de Montalembert tarafından tanıtılmıştır.”(Dijn, 2020, s. 286)

Buradaki tartışmada odak kitlelerin tiranlığına karşı hürriyetin nasıl muhafaza edileceği tartışmasıdır. Hürriyeti güvence altına almak için meşru kuralların inşasında yer almak son derece önemlidir zira yasa eğer sizin haberdar olmadığınız süreçlerde değişiyorsa sizin aleyhinize değişme ihtimali her zaman vardır. Yukarıda bahsettiğimiz şekilde artık herkesin yasamaya katılamayacağı da belliyse elimizde kalan temsili demokrasi hem bireylerin yasama süreçleri ile olan bağlarını gevşetir hem de çıkacak yasalara karşı azınlığı çaresiz bırakır. O ya da bu şekilde yasa çıkaracak çoğunluğa ulaşacak olanlar azınlıkta kalanların taleplerini dikkate almak zorunda bile değildirler. Daha da önemlisi bu yasa yapabilecek kadar örgütlenmiş çoğunluk tamamen meşru olacak şekilde azınlığın aleyhine kararlar alabilir. Burada en ufak azınlık olan bireyin başına gelmesi muhtemel “meşru” fenalıklardan bahsetmiyorum bile.

10

Alman düşünür Francis Lieber bahsettiğim tartışmayı Constant’tan devralarak yeni bir tasnif kullandı. Gallic ve Anglikan hürriyet. Fransa’daki Gallik hürriyet demokrasiyi öncelerken, Anglikan hürriyet birey haklarını önceliyordu. Buradaki tartışmayı daha basitçe ifade edebiliriz aslında.


Politik hürriyet(antik,gallik) bir grubun diğer grup veya birey üstündeki tiranlığına ve mülkiyet haklarının gaspına sebebiyet verebilir. Öte yandan sivil hürriyet(modern, anglikan) yoksul ve dezavantajlı olanların ezilmesine, yoksulların asla sınıfsal olarak yükselememesine ve dolayısıyla oligarşiye sebebiyet verebilir. Bu dönemde kadınlar, işçiler, yoksullar ve azınlıklar da seçme seçilme hakkı için mücadeledeyken politik hürriyetçiliğin argümanlarına sarılıyordu. Karşı cenahta ise genişleyen politik hürriyetin seçilecek liderin kalitesini düşüreceğini, yoksul kitlelerin önce eşitlik adına kişilerin mülklerine sonrasında ise yaşamlarına müdahale etmeye başlayacaklarını düşünenler sivil hürriyetçiliğin argümanlarını destekliyorlardı. Hürriyetçiliğin iki ucu bu dönemde değil birbirini desteklemek, bir diğeri için tehdit olarak algılanıyordu.

Süreç içerisinde politik hürriyet yanlıları sosyalist fikirlerine doğru yaklaşmaya başladı. Marks Engels gibi figürlerin fikirlerinin de politik alanı etkilemeye başlamasıyla birlikte liberalizmin bir kriz içinde olduğunu düşünen John Hobson, liberalizmin “kısıtların yokluğu” olarak anlaşıldığını ancak bu sivil hürriyetçiliğin genel hürriyetçiliğin toplumsal kurucu rolünü zayıflattığını belirterek, ilk defa 1909 yılında Liberalizmin Krizi adlı kitabında hürriyet fikrinin kısıtların yokluğu anlamında “negatif” şekilde değil pozitif şekilde de düşünülmesi gerektiğini belirtti.

Birinci dünya savaşında Marksist fikirlerin de etkisiyle hürriyetçi düşünce tekrar iki ayaklı bir hale geldi. Terör döneminin yarattığı şokla sivil özgürlükleri korumaya odaklanan hürriyet düşüncesi oligarşiye evrilen yapıyı fark ederek toplumsalcı tarafını güçlendirmeye odaklandı. Özellikle ’29 bunalımı ve Roosevelt’in ABD başkanı oluşuyla hürriyetçiliğin pozitif (demokratik, antik, gallic) tarafı tekrar yükselişe geçti.

Elbette bu dönemde negatif hürriyet yanlıları Hayek ve Berlin’in itirazları kamu tarafından dikkatle dinleniyordu. Bugün pozitif ve negatif hürriyetin en meşhur temsilcisi olan İsaiah Berlin özgürlüğün sadece negatif tarafının değerli olduğunu, doğulu olarak gördüğü pozitif özgürlüğün gerçek özgürlük konseptine karşıt olduğunu düşünüyordu (Berlin, 2002, ss. 67-73).

Pozitif hürriyetçiler Yeni Sağ’ın Reagan ve Thatcher tarafından Chicago okulu doktrinlerine dayanarak yeniden yükselmesine kadar da hürriyetçilerin güçlü bacağı olarak kalmayı sürdürdüler. ‘70’lerden sonra ise 2010’lara kadar negatif hürriyetçilerin egemenliği sürdü diyebiliriz. Ancak teknoloji alanındaki radikal hareketler, etik alanındaki bilimsel keşifler, 2008 krizi ve 2020 pandemisi bile birlikte liberal dünyanın tekrardan pozitif hürriyetçiliğe doğru kaydığını söylemek abartı olmaz.

11

Sonuç olarak, hürriyet tartışması iki temel karşıtlık üzerine kurulmuştur. Bunlardan birincisine batılı, negatif, modern, sivil hürriyet, ikincisine doğulu, pozitif, antik, politik hürriyet adı verildiğini gördük. Ben ise hürriyetin bu iki ayağına defansif ve ofansif hürriyet diyeceğim. Antik dönemde bu iki hürriyet tipi bir arada düşünülürken Rönesans ile ofansif hürriyet kiliseye ve monarşiye karşı harekete geçti. Fransız devrimi ile tamamlanan bu ofansif hürriyet hareketi, terör döneminin uygulamaları sebebiyle defansif hürriyetin öne çıkması sonucunu doğurdu. Terör döneminden kabaca birinci dünya savaşına kadar tartışmalar her ne kadar sürsede hürriyetçilerin ağırlığı esasta defansif bir hürriyet anlayışından yana oldular. Savaş sonrasında ise tekrar yükselişe geçen ofansif hürriyet 1970’lere kadar hürriyetçiliğin güçlü tarafı olmayı sürdürdü. Neo-liberalizm ile 2010’lara kadar sürecek defansif hürriyetçilik zamanın ruhuna uygun olarak tekrar yerini ofansif hürriyete bırakacak gibi görünüyor.


Hürriyet, leylek gibi iki ayağı olmasına rağmen zamanı geldiğinde diğer ayağını kullanabilmek için genelde tek ayağı üzerinde duran bir kavramdır.



https://www.iqsozluk.com/topic/hurriyet-nedir metnin orijinali için göz atabilirsiniz.


Ağaoğulları, M. A., Türk, D., Yalçınkaya, A., Yılmaz, Z., & Zabcı, F. (2012). Sokrates’ten Jakobenlere: Batı’da siyasal düşünceler (3. bs). İletişim Yayınları.

Aristotle. (2013). Retorik (M. H. Doğan, Çev.; 11.baskı : Ocak 2013). Yapı Kredi Yayınları.

Berlin, I. (2002). Freedom and its Betrayal: Six Enemies of Human Liberty (1. bs). Chatto & Windus.

Dijn, A. de. (2020). Freedom: An unruly history. Harvard University Press.

Herodotus. (2004). The histories (D. Lateiner, Ed.; G. C. Macaulay, Çev.). Barnes & Noble Classics.

Öztürk, A., & Çevik, C. (Ed.). (2022). Kavramlar Tarihi: Özgürlük (1. bs). Doğu Batı Yayınları.

Yıldırım, C. (1991). Özgürlük Kavramı. Felsefe Tartışmaları, 10, 80-85.

Young, J. P. (1996). Reconsidering American liberalism: The troubled odyssey of the liberal idea. Westview Press.