Spoiler uyarısı...
2014 yılında Turist filmiyle adı duyulmaya başlayan, 2017 yılında Kare (The Square) ile Cannes’da ödüle kavuşan ve dünya sinemasında yer edinen Ruben Östlund son olarak Hüzün Üçgeni (Triangle of Sadness/2022) filmi ile kendini tamamen kanıtlamış görünüyor. Bunun sonucunda Cannes’da bir kez daha büyük ödüle uzanması tesadüf değil. Son dönemlerde özellikle bağımsız sinemanın tematik olarak üzerinde durduğu ve iyi yapıtların ortaya konulduğu ‘toplum’ konusu özellikle kapitalizmin tıkanma sinyallerini verdiği son zamanlarda sürekli olarak tartışma konusu ve insanlığın arayışları ister istemez sanatsal üretimlere de yansıyor. Daha çok mevcut olanın eleştirisi üzerinden yürütülen bu süreç, içinde belli başlı sıkıntıları barındırsa da olumsuz olarak değerlendirmemek gerekiyor.
Arayış hep vardı… Buna giderek daha da yoğunlaşan sorgulamaları ekleyince değişim/dönüşüm kaçınılmaz oluyor. Mevcut ile yaşanamayacağı konusunda ortak zemin yakalandı mı geriye hunharca tartışma halleri kalıyor. Bence oldukça lezzetli bir ortam. Çünkü yoğun tartışmaların olduğu yerde mutlaka biriler çıkıp ‘eylem de gerekli’ diyebiliyor.
Ruben Östlund’un daha önceki filmlerinden de tanıdığımız durum Hüzün üçgeni filminde de göze çarpıyor. Östlund Sosyoloji ve Psikoloji üzerindeki yetkinliğini sanata aktarma konusunda oldukça başarılı. Turist filmindeki insan etkileşimlerinde de bunu gördük fakat özellikle daha ‘sanatsal’ bir işlevselliğe bürünen Kare (The Square) filminde bu konuda doruklara ulaştı ve bu tırmanışını, tematik yaklaşımını çok fazla kaşımadan Triangle of Sadness (Hüzün Üçgeni) filminde de sürdürmeyi başarmış. Hem de bunu tek koldan ilerleyen boğucu bir senaryoyla değil, kendini besleyip büyüten 3 parça hikâye ile yapmış. İlk hikâye kuşkusuz esas anlatmak istediği yer olan gemi ve ada bölümünün ana iskeletini oluşturuyor ve sütunlar sağlam döşenince ortaya çıkan filmin gücü de yüksek oluyor. Bunu özellikle sosyalite konusunda böylesine güçlü anlatabilmek başlı başına mesele. Bir de işin temeline daha çok hiciv konulmuşsa…
Filmde mankenler üzerinden anlatılan ve yaşamda da önümüze serilen ‘standart insan’ tanımından tutalım, kadın erkek arasında cereyan eden toplumsal cinsiyet rüzgârına, sınıfsal çatallaşmanın kahredici yanlarından tutalım, kapitalizmin insana yaklaşımına kadar çok fazla hiciv yollu eleştiriler var fakat ben daha çok filmin üzerine oturtulduğu ana iskelet üzerinden düşünmek istiyorum. Bu film daha çok sınıf meselesiyle ilgili…
Sınıf meselesi deyince insanın aklına ilk gelen ‘eşitlik’ oluyor çünkü sınıflaşmanın özellikle ilk lağvettiği kavram eşitliğin kendisi… Östlund’un film boyunca, filmin her üç bölümünde de buna dair çok fazla vurgu yapmış olması yaşanılan genel karın ağrısıyla ilgili olmalı. Ancak nedense bütün kapılar kaba bir eşitliğe çıkıyor. Bu meseleyi derinliğine ele alıp irdeleyecek, sorgulatacak, sonuçlara ulaştıracak düşüncelere bir türlü kavuşamıyoruz. Ortaya çıkan durum tabiri caizse bir çorba oluyor. İçinde neyin olduğunun bilinmediği, ürünlerin kendini başarıyla gizleyebildiği bir çorba.
Düşününce, aslında yaşadığımız hayatla bu çorba meselesi birbiriyle bağdaşıyor. Çünkü muğlaklık her zaman egemenin işine gelir. Bunca kavram kargaşasının temel nedeni de bu olmalı. Östlund’un ‘eşitlik’ konusunda yarattığı muğlaklık onun ulaşmasını istediği nokta değil kuşkusuz. Çünkü o, var olanı anlatmış yalnızca. Aklıma nedense George Orwell’ın Hayvan Çiftliği kitabında özellikle domuzlar üzerinden yarattığı kavram kargaşası geldi. Orada da “bütün hayvanlar eşittir” söyleminin peyderpey egemenlik kurmak isteyen domuzlar tarafından muğlaklaştırılarak “bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir” boyutuna evrildiğini görmüştük. Burada da takip ettiğimiz ve üzerine hemen hemen tüm ideolojiler tarafından yoğun spekülasyon yaratılan ‘eşitlik’ konusunun seyrini izlerken özellikle gemide “herkes eşittir fakat parası olanlar daha eşittir” yanılsamasına dönüşümünü izledik. Hiciv yollu bu anlatıda sınıfların keskin hatlarını yumuşatmak adına, özellikle alt sınıfların isyanlarının önüne geçmek için ‘eşitlik’ ile uyuşturulmaları filmin vurucu yanıydı. “Biz farkındayız” demeyelim. Farkındalık, eylemi de beraberinde getirir. Eğer eylemde değilsek uyuşturulmuşuzdur zaten…
Eşitliğin ve toplumsallığın tartışıldığı bir yerde sosyalizm-kapitalizm çatallaşmasının gündem konusu olmaması düşünülemezdi. Film bence kısmi olarak Karl Marx’ın sınıf teorileriyle birçok noktada örtüşüyor ve Östlund bunu hiciv yollu anlatma çabasına girmiş ve Marx’ın ismini ve kendi cümlelerini kullanmaktan da geri kalmamış. Fakat sanılanın aksine film, mevcut durumu özellikle geminin sallanmaya başladığı andan itibaren ortaya çıkan berbat kusma ve tuvalet taşma görüntüleri eşliğinde kaos ortamında anlattığı kapitalizm belasının karşısına sosyalizmi koymuyor. Katılmasam da filmde ciddi sosyalizm eleştirisi de var. Sosyalizmi kapitalizmin alternatifi olmaktan ziyade onunla kaba bir çekişme içerisine girmiş -belki görece daha iyi- bir sistem olarak tanımlamış. Buna özellikle Rus ‘kapitalist bok tüccarı’ ve Sosyalist olduğunu belirten kaptan arasında cereyan eden sohbetlerde şahit oluyoruz.
Gemi batıp adaya çıktıkları andan itibaren ortaya çıkan yeni düzen, doğayla uyumlu yaşayanın iktidara gelmesi biçiminde tanımlanıyor ve bence bu da vurucu bir sosyalizm eleştirisidir. Östlund kısaca “alın bakın, proleterya egemenliğinde de ortaya çıkacak olan durum aşağı yukarı mevcut sistem gibi…” demiş. Belki de bu Sosyalizmin teorik anlatılarına değil de Sovyetlerde gerçekleşmiş olduğu şekline dönük bir eleştiri de olabilir fakat ona katılmadığım bazı noktalar var. Çünkü Östlund sanki insan var olduğundan bu yana iktidar da varmış gibi yaklaşıyor, öyle ele alıyor… Gemide tuvalet işini yapan proleterin adada ortaya çıkardığı ruh hali ancak böyle açıklanabilir. Belki yorumcular bunu tanımlarken proleterin apolitikliği üzerinden değerlendirebilir fakat bence mesele yalnız başına o da değil! Ne kadar politik olursa olsun bir proleter iktidar algısını kıramadığı sürece ortaya çıkan tablo en iyi ihtimalle Sovyetlerin son zamanlarındaki gibi olacaktır. Bu yüzden Östlund’un anlatıları Marksist çerçevede ele alınırsa doğru. Oysa sosyalizm ve iktidar kavramları birbirleriyle yan yana gelmeyecek kadar birbirine zıt kavramlardır. Getirmeye çalışırsanız en az kapitalizm kadar ucube bir durum ortaya çıkar. Bunu Sovyetlerin son dönemlerinde de Östlund’un filminin ada kısımlarında da gördük. Ve dediğim gibi, katılmıyorum! Yüzbinlerce yıl iktidar kavramı vücut bulmadan yaşamış insanlığı sadece 6-7 bin yılda bulaşmış bir iktidar illetiyle tanımlayamayız. İktidar insanda eklektik bir durumdur desek yanlış olmayacağına inanıyorum…
Östlund bu filminde kullandığı mekanları da dar tutuyor. Bu durumu daha önceki filmlerinde de görmüştük ve verilen mesajı algılamıştık. Oluşturulan sosyal yapı ve buna bağlı gelişen insan davranışları mekândan bağımsız olarak da ele alınabilir. Bu anlamda Östlund için mekânın anlattığı şey aslında ‘sınırlayıcılık.’ Triangle of Sadness filminde de bunu yapmış. Birkaç ayrı dar sayılabilecek mekâna dünyayı sığdırmış ve farklı mekanlardan benzer sonuçları çıkarmış. Bir sahnede, podyumda da insanın getirildiği sosyal denge aynıdır, uçsuz bucaksız bir deryada bir yatta da ve hatta ondan daha geniş odaklı sonsuz bir okyanusun ortasındaki bir adada da. Filmde mekân değişiyor fakat insan ve sınıflaşma aynı! Hatta bir geminin enkazı içerisinden kurtulan bir botun içinde iki insan kaldığında da bu sonuç değişmiyor. O halde biz filmde kullanılan podyum, restoran, gemi, ada mekânlarını dünya olarak kabul edersek de sonuç değişmeyecektir. Bunu böyle belirtince Östlund’un tümevarım yöntemi kullandığı sanılabilir fakat öyle değil. Östlund küçük bir parçayı alıp anlatıyor yalnızca, tümevarma gereği dahi duymuyor. Bu durum Östlund’un anlatı tarzının mikro ve makro kozmosun dengesinde ilerlediğini gösteriyor. Birini diğerine öncül kılmadan…
Peki sonuca ulaştırdığı noktayı nasıl anlamak gerekiyor. Östlund’un sonuçlarının hiçbirinde umuda dair bir şey yok bence. Hepsinde bir çaresizlik hissi gelip çörekleniyor insanın içine. O hissi başarılı bir şekilde izleyiciye hissettirmek de bir yönetmen başarısıdır fakat tartışmak istediğim yer burası değil. Östlund umutsuz bir gelecekten bahsetmekten ziyade koşullu bir gerçeğe ışık tutuyor. “Eğer bu şekilde devam edilirse ortaya çıkacak sonuç her zaman çaresizlik olacak” diyor. Bunu doğru bir yaklaşım olarak kabul etmek gerekebilir. Nitekim bilimsel olarak da karşılığı olan bir teze dayanır. “Aynı şeyleri denemek her zaman aynı sonuca götürür.” Dolayısıyla varsayımsal deneylerin de ortaya serdiği biçimiyle bizim yaptığımız genelde aynı şeyleri deneyip farklı sonuçlar elde etmeye çalışmak oluyor. Sınıfsal derinliğin artması, iktidara karşı boyun eğme psikolojisi ve kurtuluşu tekil olarak algılamak her zaman aynı sonuca götürmeye devam edecektir. Östlund’un sürekli olarak gözümüzün önüne serdiği o sonuca; Huzursuzluk ve çaresizlik. Östlund aslında bu filmiyle durumu serimliyor ve ekliyor; bu yaşamda ısrar etmek hep aynı kapıya çıkacak…
Filmi ana hatlarıyla tanımladıktan sonra filmin iskeletini destekleyen ve aynı zamanda filmin başarı elde etmesine kapı aralayan karakterlere de değinmek gerekiyor. Ruben Östlund The Square filmindeki gibi burada da kesinlikle totalci bir yaklaşım sergileyip “bakın insan budur” demiyor. İnsanın ne olduğunu ve sosyal ilişkilerini farklı sınıftan prototip olarak sunduğu insan tipolojileriyle de güçlü bir şekilde yansıtıyor. Filmlerinde yarattığı kahramanlarını izleyicinin olağan yaşam akışlarında da anımsayabilmesi buradan ileri geliyor. Yani Östlund bir fikir ortaya atıp o fikre uygun, vasat karakterler yaratmaktan ziyade toplumdan bir kesit alıyor, tıraşlamadan filme aktarıyor. Bütün bu karakterleri izleyerek bizde ister istemez bir algı yaratmayı başarıyor. Eğer film boyunca Carl ve Yaya’nın karakterlerini takip edersek bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Her ikisinin kimlik sorunları ve yapay gündemleri, sallantıları, dönem dönem başka bir karaktere doğru evrilme hissedilse de kendilerinden taşmayan karakterleri filmin gidişatını belirliyor. Bu anlamda filmde Kaptan Smith’i, Abigail’i ve diğer karakterleri tek tek izlersek dahi karakterlerinde eklektik duran bir şeye rastlamıyoruz çünkü bana kalırsa Östlund sosyolojiyi anlama konusunda da oldukça başarılı. Üstelik yalnızca bununla da kalınmamış. Belki tek başına karakterler oluşturmak da çok fazla zorlamaz insanı ancak o karakterlerin birbiriyle ilişkileri ve ortamın gidişatına etkilerini verebilmek kolay değildir.
Kaptan Smith’in sarhoşluğu, kendini bırakmış bir sosyalist olması nasıl da ülkemizdeki yorgun demokratları anlatıyor öyle değil mi? Düşünün ki inandığı bir toplumsal düzen var fakat yorgun düşüp sosyaliteden izole etmiş kendisini, sürekli alkol şişelerinde dolanıyor. Böyle insanlar isteseler de liderlik edemezler çünkü kusurludur karakterleri. Kaptan Smith gibi yorgun demokrat bir liderin komuta ettiği yattaki kaosun tek nedeni sistemsel değildi ve film içerisinde Kaptan Smith’in gidişatı nasıl olumsuz etkilediğini, komuta edenin karakterinin nasıl sonuçları doğurabileceğini de gördük.
Abigail’de de benzer bir durum vardır. Abigail’i apolitik bir proleter olarak tanımlasak yerinde olur. Marks’ın bahsettiği yığınlardan bir prototip yani. Böyle bireyler yaşamlarını idame ettirmek için her işi yapar ve otoriteye mutlak bir boyun eğme halleri hakimdir. Sesini çıkarmaz ve yalnızca ‘evet efendim’ diyerek işlerini yaparlar. Bence bu yığınların sistemsel adaletsizlikle bir dertleri yoktur. Dertle adaletsiz olan sistem içerisinde adaletsizliğin ‘pozitif’ yanında olamamaktır. Mülayim, boyun eğen görüntülerinin altında inanılmaz iktidar özentiliği yatar. Marks bu kesimlere değer verdi elbette ve bu kesimin örgütlenmesinin, politik bilinç kazanmasının sonucuna proleterya iktidarı dedi. Fakat apolitik bir proleter olarak adaya düştükten sonra elinde bulundurduğu bazı meziyetlerinin işe yaradığını fark eden Abigail’in işe koyulması uzun da sürmedi. Önce liderliğini ilan etti ardından psikolojik şartlandırma yöntemiyle insan kitlesini Pavlov’un köpeğine çevirdi. Bu anlamda yönetmenimiz, Abigail karakteri üzerinden politik bilincin önemini de gözler önüne serdi… “Doğru politik bilince kavuşmayan insanın ideolojisi ne olursa olsun savrulacağı yer yine iktidar illetidir” dedi…
Yan karakterlerin tümünü de film boyunca dikkatle izledim ve yan karakter olmalarına ve izleyici tarafından önemsenmeyeceğine rağmen Östlund’un kusursuz karakter yaratma becerilerine hayran kaldım.
Kısacası Hüzün Üçgeni (Triangle of Sadness) ana fikrinde bazı defolar olan ancak anladığı kadarını muazzam yansıtan bir film. Bunun yanında filmin her sahnesi çok yoğun metaforlarla dolu ve filmden anlam çıkararak izlemek isteyenler için yoğun ve geliştirici bir zorluk ortaya çıkarıyor, bu türden izleyicileri bir hayli yoruyor… Bütün bu nedenlerden dolayı Ruben Östlund’un bundan sonra yapacağı işler de benim açımdan merak konusu…