Huzuru bir dinginlik, bir içsel rahatlık, sakinlik olarak düşünebiliriz herhalde. Kimi zaman dışarıda arıyoruz bunu. Bulunduğumuz ortamı değiştirmekle, hayatın kaosundan kaçmakla, hatta bazen sosyal izolasyonla, yalnızlaşmayla... Fakat dediğim gibi, aslında içsel bir şey olduğu malûm. İster yogayla, meditasyonla gelsin, ister terapiyle veya sadece kendi içimizdeki çabalarla, bunu sağlamak bizde bitiyor. Mesela psikanaliz nasıl sağlayabiliyor bunu? Arkada, geri planda kalmış olanları öne çıkarıp işleyerek huzursuzluğu gidermesiyle.


Tersten gidelim o halde. Huzursuzluğa sebep olan şeyler arasında stresi, sağlık sorunlarını, uyku sorunlarını, belirsizlikleri, içsel çatışmalarımızı sayabiliriz. Bunları giderince huzur kendiliğinden gelmiş olur mu? Yani bu sıkıntıların, huzursuzluğun olmaması, huzurun var olması anlamına mı gelir? Hayatın karmaşıklığından kaçmayı, stresten kopmayı başarırsak çözülecek mi iş? Pek sanmıyorum. Hele ki o içerideki çatışmalara sıklıkla yer açan biriyseniz...


Huzursuz olunca nasıl da dünyadan uzaklaşıyor insan. O rahatsızlık nasıl içini kaplıyor, göğüs kafesinin altına yaptığı baskıyla her saniye hissettiriyor kendini o hâl. Yazılan, okunan onca şiir çare olamıyor, belki daha da derinleştiriyor bu hissi. Cemal Süreya nasıl da kestirmeden anlatmış derdini o meşhur cümlesiyle, Dostoyevski okuduğu günden beri huzurunun olmadığını söyleyerek. Huzursuzluğunu iyi anlatabilen sanatçılara ayrı bir sevgim var. İçsel çatışmalara olan düşkünlüğümden geliyor bu. Huzursuzluğu bunun yaratıyor olmasından...

E o zaman belli ölçüde iyi bir şey mi huzursuz olmak?


John Lennon'ın Imagine'ında benim gördüğüm şey her zaman için kalıcı bir huzur arayışı. Orda da çevresel etmenlerin rolü büyük olarak görülüyor fakat bizim yapmamız gerekenler de ortada, kendimiz için yapmamız gerekenler. Tolstoy'un belli bir döneminden sonraki eserlerinde huzurun arayışını işlemesi bize ne anlatabilir mesela? Ömründe başka hiçbir sıkıntıyla muhatap olmamış olsaydı bile, sırf Savaş ve Barış'ı yazmış olduğu için huzursuz bir ruh haline bürünmez mi insan?


Peki ne yapacağız? Nasıl tesis edeceğiz huzuru? Elbette bir taraftan kendimizle ilgili etmenleri de çevresel etmenleri de olması gereken hâle sokmaya çalışalım. İster doğayla vakit geçirelim, ister sosyal ilişkilerimize ağırlık verelim, ya da kişisel gelişime odaklanalım, yapabiliyorsak sanatla, yaratıcılıkla uğraşalım. Bunların hepsi kabul. Heh işte, "kabul" demişken bana kalırsa burada, bu tesis etmede temelde oturması gereken bir kavram bu. "Kabul" kavramı... İnsanın içinde olup bitenleri, şartlarını, etrafında cereyan edenleri kabul etmesi... Sanırım huzur, ancak bunun üzerine inşa edilebiliyor. Peki bu kabul, bir tür tamah etme tavrından mı gelmeli? Elimizdekileri sorgulamadan içselleştirip "Tamam" mı demeliyiz? Yoksa elimizdekilerin üstüne koymakla, bu üstüne koyma uğraşını huzur sürecine dahil etmekle mi çıkabiliriz işin içinden? Yani kendimiz için bir şeyler yapmak da huzur sürekliliğin bir parçası olamaz mı?


Kabulle birlikte gelen bir diğer kavram "ikna" kavramı. Bahsettiğimiz bu "elimizdekilere" ikna olmak. Fakat asıl mesele, ikna olmanın nerede geldiği. Kritik nokta bu galiba. Sahip olduğumuz ve yaşadığımız şeylere ikna olmak, bununla birlikte dahası için de stresten uzak kalarak, şartlarımızı kötüleştirmeden uğraşmak... Bunu sağlayınca huzur, yerleşmiş oluyor içimize.


Kolay değil, hiç kolay değil. Belki de çok az insanın hayatında yer ediyordur huzurlu geçirdiği uzun dönemler. Ara ara bozulsa bile genel anlamda sahip olmak bu lükse... Ya da lüks değil, ihtiyaç mı? Kaçıncı sıraya yazılır ihtiyaçlar listesinde? Huzursuzluğun insanı dürtüleyen, bir şeyler yapmaya teşvik eden tarafı olmasa gönül rahatlığıyla tepeye yazacağım. Fakat bu yaşadığımız haliyle, bu dünya için konuşuyorsak ve elimizi kolumuzu sosyal yaşamdan çekmemişsek, hâlâ bir parça huzursuz eden şeylerin ara ara da olsa gelmesi iyidir belki de...