Sağanak yağmurlu bir gecenin sabahıydı. Dışarıdaki yağmurun sesi ve odamı aydınlatan şimşekler, rahatsız yatağımda bana eşlik ediyordu. Başımı sokacak bir evim vardı elbette, fakat ben yine de huzursuz ve memnuniyetsiz hissediyordum. Benim sorunum da buydu. 


Sokakları sel aldığında, ay yavaş yavaş batıyor ve yerini güneşe bırakmak için hazırlanıyordu. Geceyi gündüzden çok severdim. Bunun sebebini uzun uzun anlatmak isterim: 


Gündüzleri her şey daha net oluyordu, benim gibi insanların kusurları daha net görünüyordu. Güneş tam tepeye oturduğunda inanılmaz bir sıcaklık hissi sarıyordu bedenimi, elbette ki ruhumu da. Herkes için yol gösterici olan güneş, bir zaman sonra benim nefret ettiğim bir diğer şey olmuştu. Yeşil ovalarda aileleri ile birlikte yemek yiyen insanlardan, okuldan çıkan çocuklardan ve gürültülü şehirden ölesiye nefret ediyordum. Oysaki; gece öylesine sessiz, sakin ve huzur doluydu benim için. Eskimiş ceketimi giyip sokaklarda yürümenin, yatağa girip kitap okumanın ve tavanı izleyerek düşlere dalmanın tadını o kadar seviyordum ki; bu iğrenç dünyada yaşamayı bir nebze katlanılabilir buluyordum.


Yine de çok huzursuz bir insandım. O kadar çok eksik hissediyordum ki kendimi, bir türlü istediğim zamanı yakalayamıyordum. Hayatımdan ve çevremdeki insanlardan bu kadar iğrenmeme karşılık, kendimi her şeyden çok seviyor ve bugünlerde intiharı asla düşünmüyordum. Sakallarım uzuyordu, gözlük numaram artıyordu ve kilo vermeye başlıyordum. Vakit kavramını tamamen kaybetmiş gibi görünüyordum, uykusuz kalıyordum. Yine de her sabah -ya da gece- duş alıyordum. Çünkü, nefret ettiğim hayatımdan ve insanlardan daha güzel gözükmeliydim. Bununla birlikte, her ne kadar dibe batmış olsam bile, sanki hiçbir sorunum yokmuş gibi gözüküyordum. Aslında proletaryanın yaşayan bir örneğiydim fakat her zaman burjuvazinin manifestosu gibi yürüdüm.