Huzursuzluk, içimde dolaşan bir gölge gibi, bir türlü dağılmıyor ve hep peşimde. Sırtımdaki, kalbimdeki hançer yarası gibi olan hissini, varlığını hiç yok etmiyor. Ben hep buradayım diyor sanki "ben senim ve senden gidemem" diyor...


Huzursuzluk... Kalbimdeki simsiyah katran yaradan sızıp vücuduma dağılıyor. Nefes aldırmıyor. Kendimi bildiğim zamanlardan, çocukluğumdan beri hiç peşimi bırakmayan huzursuzluk yaş aldıkça benimle büyüyor sanki; gitmek şöyle dursun hafifleyeceğine büyüyüp benim boyumu geçiyor, bütün benliğimi yutuyor.


Belirsizlik, huzursuzluktan doğuyor. Gölgelerden bir deniz olup yutuyor beni, boğuyor. Çıkmaya çalışırken yaşamım gözlerimin önüne geliyor... Kayıplarla dolu bir hayat. Kayıp bir çocukluk, kaybolmayan kötü anılar. Kayıp bir gençlik. Kayıp hayatım. Ellerimden kayıp giden, beni de peşlerinden sürükleyen kayıp canlarım. Bir gün buluşacağımız yeri düşünüyorum. Ben çocukluğuma sarılırken benden giden bütün canlar, kayıp hayatlar bizi sarıp sarmalayacak.


Huzursuzluk içimden çıkıp yutuyor beni, bütün varlığım artık yarının belirsizliği dolu. Yarını bekleyecek gücüm yok. Ama yarının bana getireceği canlara, anlara olan merakım var. Bu merak içimdeki gölgelerden büyük. Yarına umutla ve merakla ama heyecanla değil...


Gün batımını izliyorum denizin kenarında, ağlıyor muyum yoksa yanaklarımdaki tuzlu su dalgalardan mı yüzümde yerini buluyor... İçime çektiğim umudun nefesi mi yoksa ölümün taze kokusu mu? Gün batımına karışıp gitmeyi düşünüyorum dalgalara katarak kendimi. İşte yine o huzursuzluk geliyor... "Yaşamayı seçmiyorsun, aksini göze alamıyorsun sadece mecbursun" diyor. Yüzümden akan yaşla kalkıp belirsizliğime doğru yürürken veda ediyorum sabaha göreceğim güneşe.