Yahudilikle başlayıp Hristiyanlıkla devam eden ilerlemeci çizgisel tarih anlayışı, ilk olarak Yahudilikte kendine yer bulmuştur. Yahudiliğe göre Yahudi ırkı Tanrı tarafından seçilmiş, özel bir kavimdir. Semavi dinlerin genelinde görebileceğimiz gibi bu dinde de insanların Tanrı tarafından bir sınava tabi tutulduğu ve yapıp etmeleri sonucunda, öte dünyada Tanrı önünde yargılanıp hesap verecek ve bunun sonucunda cezalandırılacak ya da ödüllendirileceklerdir düşüncesi yer alır. Bu anlayış Antik Çağ’ın rastlantısallık düşüncesinin aksine belli bir düzenlilik ortaya koymuştur. Erekselciliğin hakim olduğu bu anlayışta geleceği düşünebiliyor olmak ön plandadır. Dindeki ceza ve ödül sistemi bunu zorunlu kılmıştır.

Yahudilikten Hristiyanlığa taşınan bu ilerlemeci çizgiselci anlayış; Batı’nın tarihsel zaman anlayışının temelini oluşturmuştur. Yahudiliğin aksine Hristiyanlıkta bu zamanlılık tüm insanlığa bahşedilmiştir. Hristiyanlığı tarihsel bir din yapan şey, hem bir tarihi olduğunu kabul ediyor olması hem de İsa’nın yeryüzüne inmesi ve daha sonra bedenleşmiş bir şekilde tekrar inecek olması bakımından tarihsel bir plan çizmiş olmasıdır. Bu tarih anlayışı bakımından en önemli kişilerden biri olan ve bu anlayışın temelini atan kişi Augustinus olmuştur. “Tarihsel süreç” kavramını Batı düşüncesine katmıştır ve “insan soyunun birliği idesini, çizgisel bir tarih anlayışının içine taşımıştır.”

Orta Çağ düşüncesi Antik Çağ’ın theoria-historia ayrımını teoloji aracılığıyla aşmaya çalışmış, bunu döngüsel tarih anlayışını, çizgisel tarih anlayışına dönüştürerek yapmıştır.

Döngüsel tarih düşüncesine ait tasarımlar, “tarihin art arda gelen belirli, düzenli dönemlere sahip olduğu bir süreç düşüncesine karşılık gelmektedir.” Bu döngüselci anlayış üç ayrı şekilde yorumlanmış ve tasarımlar ortaya konulmuştur: (i) tarihin sonsuz dönüşümlerden oluştuğu fikri, (ii) amaçsallık içeren, hem başlangıç ve son arasında bir örtüşme bulan hem de tarihin bir defalık döngüsel bir sürece karşılık geldiğini belirten, (iii) toplumsal ilişkilerin gelişimini öne çıkaran ve her topluluğun belli bir düzenlilikle oluşup yok olduğunu ifade eden tasarımlar mevcuttur.

İlk tasarım, daha çok Antik Çağ’da karşımıza çıkar. Doğadaki döngüsel düzenin benzerinin toplumsal yaşamda da mevcut olduğunu düşünen bir tasarımdır. Bu düşünce, doğanın gözlemiyle ortaya çıkmıştır. Henüz tarih bilincinin olmadığı bu dönemde, gelecek beklentisinin olmadığı bir zaman anlayışı vardır. Yahudilik ve Hristiyanlık tarafından zamansallığa katılan bu görüş, başı ve sonu olan bir süreç haline gelmiştir. 

İkinci tasarım, bir defalık bir döngüden söz eder. İnsanın yaratılışı sonrası işlediği günahlar yüzünden sınanması ve günahların arınması sonrasında gökyüzüne tekrar yükselişi bu süreci oluşturur. Bu tasarımda, geleceğin artık bilinebiliyor olması ve tarihin geçmişi değil geleceği de kapsıyor olduğunu, aynı zamanda da insandan bir gelişim bekleniyor olduğu görülür. Bu anlayışta tarih tekerrür etmez. İlerleme anlayışı başlangıç noktasında son bulan bir anlayıştır. İnsan, başı ve sonu belli olan bir zaman kesiti içindedir ve bu bağlamda tarihsel bir varlıktır.

Üçüncü tasarım, uygarlıkları canlı organizma gibi ele alır. Uygarlıklar da tıpkı canlı bir organizma gibi doğar, büyür ve ölür. Bu anlayışta söz konusu edilen tarih, uygarlıkların tarihidir. Dünyada ortaya çıkan bütün uygarlıkların; ortaya çıkma, gelişim ve yok oluşlarının birbirine paralel olduğu ve bir özdeşliğe sahip oldukları düşünülür. Uygarlıkların kaderi olan bu aşamalar, kendi tarihleri içinde ele alındıklarında kendi içlerinde farklılıklar gösterebilirler. Bu tasarımı ele alan ilk kişi İbn-i Haldun’dur ve bu görüşü kendisinden sonraki birçok filozof üzerinde de etkili olmuştur.

İslamiyet’te de tarih; -tıpkı Yahudilik ve Hristiyanlıkta olduğu gibi- yaratılıştan kıyamete kadar olan süreç olarak görülüyordu. İslamiyet'in tarih anlayışı da potansiyel olarak çizgisel bir tarih anlayışıydı; başlangıç, süreç ve son vardı. Kur’an-ı Kerim açısından zamanın insanı aşan bir boyuttaydı. Bu tarihsel düzenin, Tanrı tarafından tarihsel anlamda belirlendiği düşünülüyordu ve insanlar tarafından açıkça bilinebilir bir düzene sahipti. Erekselci bir anlayış gösteren bu düzen; İslam tarihçileri tarafından Kur’an-ı Kerim ve hadisler aracığıyla yorumlanıyordu.

Bu tarz bir tarih yazıcılığının önümüze koyduğu şey, tarihin kıssadan hisse gibi ahlaki dersler veren şeylerden oluşmasına yol açmıştı. Bu bağlamda İslam tarihçileri; Hz. Muhammed’in yaşamına, savaşlarına vb. bakıp bunlarla ilgili hadislere ulaşmaya çalışıyorlardı. Yaptıkları şey, bu hadislerin Hz. Muhammed’e aidiyetini belirlemekti. Yani bu olayların içeriği araştırılmıyordu; bilimsel yöntemler ya da nedensellik gibi şeylere başvurulmuyordu.

 

 

İbn-i Haldun’un ise, yaşadığı toplum ve dönemin tarih düşüncesiyle hem örtüşmeyen hem de Yeni Çağ için de istisna oluşturan bir anlayışa sahipti. Onun tarihi anlayışı “…tarih, zâhirî (dış) görünüş itibariyle eski zamanlardan, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen vakalardan haber vermekten daha fazla bir şey değildir… Bâtın (içyüzü) itibariyle tarih, düşünmek, hakikati araştırmak ve olan şeylerin (vekâyiin) sebeplerini bulup ortaya koymaktır. Olan şeylerin ilkeleri incedir, hâdiselerin keyfiyet ve sebepleri hakkındaki bilgi derindir. İşte bunun için tarih asil ve hikmetçe soylu bir ilimdir. Bundan dolayı hikmet gurubunu teşkil eden ilimlerden sayılmaya lâyık ve müstehaktır.” sözlerinden anlaşıldığı üzere, tarihi önemli bir yere koyan ve aynı zamanda düalist bir anlayıştı. Tarihi dış tarafından ele almanın, sınırlı bir bilgi ve değerlendirmeye neden olacağını, sadece kendi devletlerinde, zamanlarında yaşanılan olayların tespit edilmesinde işe yarayacağını belirtmişti. Bu şekilde tarihte ve toplumdaki farklılaşmalar, değişimlerin ve gelişimlerin gözden kaçacağını düşünüyordu. Bu tarih anlayışını taklitçi ve gerçeklikten uzak olarak tanımlamıştır.

Mukaddime adlı eserinde “umran ilmi” dediği bir tür bilimden bahsetmişti. Umran, toplumsal yaşamı; örgüt, kurum gibi toplumsal yaşama biçimlerini ifade ediyordu. Mukaddime eserinde umrandan “Bilesin ki, tarih, gerçekte, dünyanın “umran”ı ve “umran”ın doğa yapısında belirmiş durumlar demek olan insanların “toplumsal yaşamları” konusunda bilgi vermektir. “Umran”ın yapısında, ilkellik, uygarlık, soya ve çeşitli nedenlere bağlı topluluklar, insanların birbirleri üzerindeki çeşitli baskıları, yengiler ve yenilgiler ve bunlardan doğan mülk, devlet, egemenlik, egemenlik basamakları, memurlukları, insanların çalışma ve uğraşlarında yöneldikleri kazanç, geçim, bilimler, sanatlar-zanaatlar gibi durumlar ve yine “umran”ın yapısında beliren daha başka durumlar var” diyerek bahsetmişti. Dönemindeki anlayışın aksine tarihi, ortaya neden-sonuç ilişkisi konularak, nesnel bir tutumla ele alınan, ön yargıların bir kenara bırakıldığı bir araştırma alanı olarak görüyordu. Böylece felsefeyi, “teoloji bulaşmış felsefeden” ayırmıştı. Olanla olması gereken arasında bir ayrım yapan İbn-i Haldun, toplumu bir doğal varlık gibi incelemiştir. Bu bakımdan 18. yüzyılda karşımıza çıkacak “olan ve olması gereken” ayrımının öncüsü olmuştur. Toplumun ne olması gerektiği üzerine değil ne olduğuyla ilgilenmiş, insani olayları bir olgu gibi açıklamaya çalışmıştır. Batı’da ilk defa Bacon’da karşımıza çıkan tümevarım yöntemini kullanan İbn-i Haldun; olaylar ve olgular arasındaki ilişkileri tümevarımsal yöntemle ortaya koyarak yasayı oluşturma düşüncesine sahipti. 

 

Tarihsel verilerin araştırılması ve çözümlenmesi bakımından işaret ettiği dört temel nokta var:

1. Olaylara, onları neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde ilişkilendirebileceğimiz açılardan bakmak.

2. Geçmiş ve şimdi arasında benzerlikler kurmak.

3. Çevre etkenine önem vermek (tarihsel olayın bağlamı, coğrafyası vs.).

4. Kalıtsal ve ekonomik koşulları göz önüne almak.


Eleştirel bir tarih anlayışı benimsemiştir. Topluma ve tarihe benzer bir bakış açısından yaklaşmış ve tarihçileri olayları titiz ve eleştirel bir biçimde ele alıp belgelemedikleri hususunda eleştirmiştir. “Derinliğine inilerek bakıldığındaysa, tutarlı bir bakıştır tarih. Bir incelemedir. Olup bitenlerin nedenlerini, nasıl başlayıp nasıl geliştiğini inceliğiyle ortaya koymadır. Olayların “nasıl”larını, “niçin”lerini derinlemesine bilmedir.” demiştir.


İbn-i Haldun için tarihi yanlışa sürükleyen şeyler:

1. Uygarlığın ve halkın doğasının göz ardı edilmesi. (Yani asabiyeyi asabiye yapan şeyin göz ardı edilmesi.)

1. Yanlılık ve ön yargılar.

3. Geçmiş olayları, eleştiri olmaksızın değerlendirip kabul etme.

4. Abartma.

5. Olayları gerçek bağlamına oturtamama.

6. Değişimi ya da dönüşümü yöneten yasalara dikkat edilmemesi.


Her olayın, içinden çıktığı koşullar olduğu ve sonrasındaki olayları da etkiliyor olduğunu söylemiş, bunun tarihin incelenip araştırılmasında esas olan bir kural olduğunu dile getirmiştir. Tarihsel olayların tıpkı doğa olaylarında olduğu gibi bir nedensellikle kurulduğunun gösterilmesi gerektiğini düşünmüştür. Mukaddime’de; “Tarihçilerin, Kur’an yorumcularının ve “nakilci” imamların, aktardıkları öyküler ve olaylardaki yanlışlara düşmeleri, çoğu kez, çürüklüğüne ya da sağlamlığına bakmadan aktarmalarında sadece “nakl”e bel bağlamalarındandır.” diyerek tarihçileri eleştirmiştir.

Daha sonrasında Vico’da göreceğimiz gibi, tarihsel, toplumsal olaylar kaynağını insan doğasında bulan düzenlilik ve yasalılıklar içinde meydana getirildiklerini düşünmüş, tarihsel olayların içinde bir insan doğası tanımlamıştır.

 

Mukaddime eserinde bunu; “Bayındırlık işlerini ele alalım: yaşama elverişli olması için yeryüzünü geliştirme ve güzelleştirme çabalarının, çeşitli durumlarında birtakım doğallıkları var. Haberler de bu doğallıklara dayandırılarak değerlendirilir. Geçmişle ilgili söylenilenler ve anlatılanlar, doğallıkların yasalarına yaslandırılır.” diyerek dile getirmiştir. Bu bağlamda yapılması gerekenin her tekil tarihsel olay için geçerli olan, genel düzenlilik ve yasaklılıkları bulup açıklamak olduğunu söylemiştir. Bu yolla, toplumsallık; “toplumsal olma doğasına ait olma” anlamına gelecektir.

Bu toplumsallık, tekil tarihsel olayların ve toplumların, tekil ve kendine özgü, spesifik yaşama biçimlerinin içinde gerçekleştiği kalıp. Tekil tarihsel olaylar bu kalıptan bakılarak açıklanabileceğini ve bizi bu kalıpların bilgisine ulaştıracak şeyin de “umran ilmi” olduğunu düşünmüştür. Bu sayede tarihte olanaklı ve olanaksızın olanın zorunlu yasa bilgisine ulaşılabilir. İbn-i Haldun, bu düşüncesiyle, tarih bilimini hikayeleşmeden uzaklaştırmış ve bir anlatı olmaktan daha fazlası olduğunu -bir açıklama, izah etme olduğunu- ortaya koymuştur. Bu bağlamda umran ilmi, felsefe içinde temellenmiştir.

Tüm bunlar ışığında, İbn-i Haldun’un, çok daha sonrasında Batı düşüncesinde karşımıza çıkacak olan tarih ve sosyoloji düşüncelerini nasıl temellendirdiğini görüyoruz. Tarih felsefesinin ilkelerinin ortaya çıkışı ve umran ilminin ilkelerinin ortaya çıkışı arasında da bir ilişkisellik mevcut. Umran ilminde, felsefenin tarihselci özelliği ön plana çıkıyor. İbn-i Haldun için umran ilmi, diğer tüm sanat ve bilim etkinliklerinin çerçevesini oluşturmaktadır. Bunun sebebi tüm bunların ancak toplumun varlığıyla var olmalarıdır.

Umran ilminde çeşitli toplum biçimlerinden söz eden İbn-i Haldun; “toplumu toplum yapan unsur nedir?” sorusunu soruyor ve “asabiye” cevabını veriyor. Asabiye; toplumsal bilinç, toplumsal doğa, ortak anlayış, dayanışma ve birliktelik duygusu anlamlarına geliyor. Yeni Çağ’da bunun benzerini “geist/spirit” kelimleriyle görüyoruz. Mukaddime’de asabiyeyi; “bir topluluk, cemaat veya toplumun bireyleri arasındaki yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan, direnme ve atılım yapabilmeyi mümkün kılan sosyal bağlılık duygusu” olarak tanımlamıştı. Her toplumun farklı bir asabiyesi olduğunu söyleyen İbn-i Haldun; uygarlıkların kendi gelişimini kendi içinde tamamlayan kapalı topluluklar olduğunu, birbirlerine geçişli olmadıklarını söylemişti.

Her toplumun tıpkı bir canlı gibi doğduğunu, yaşadığını ve öldüğünü söyleyen İbn-i Haldun; bu oluş ve yok oluşun toplumsal organizmanın bir kaderi olduğunu belirtmiştir. Her kendi içinde yaşadığı bu aşamalar, her toplumun kendi “asabiye”sinin ortaya çıkışıdır.

Toplumu toplum yapan şey asabiyedir. Her toplumun ortaya çıktığı bu aşamalar, döngüselci bir süreç içinde meydana gelir. Tüm insanlık için tek bir süreçten bahsetmiyor, her toplum kendi sürecini yaşıyor. Bir toplum gelişmekteyken, diğer toplum yok oluş sürecine girmiş olabiliyor. Bu bağlamda Mukaddime eserinde; “Evrenin ve toplumların durumları, ilişkileri, gidişleri bir tek süreç üzerinde sürmez ve değişmeyen bir çizgide kalmaz. Günler, zamanlar geçerken oluşan değişmeler ve durumdan duruma geçişler bütünüdür her şey. Bu değişmeler ve geçişler, kişilerde, sürülerde, kent ve kasabalarda olduğu gibi, tüm evrende, ülkelerde, kıtalarda, zamanlarda ve devletlerde de olur. Tanrının kulları-yaratıkları arasında sürüp giden bir yasadır bu.” sözlerini sarf etmiştir.

Yok oluşun temel belirtisi olarak ise İbn-i Haldun, devletin ve ahlakın çöküşünü işaret ediyor. Bu bağlamlarda İbn-i Haldun’un Aristoteles’in ontolojisine bir bağlılık gösterdiğini söyleyen felsefe tarihçileri olmuştur. Aristoteles’in, varlığı en genel anlamında doğası gereği anlaması ve onun neliğini, öz niteliklerini ortaya koyma düşüncesini; İbn-i Haldun tarih ve toplum düşüncesi bakımından ortaya koyuyor. Tarih ve toplumun doğasının öz niteliklerini belirlemeye çalışıyor.

Aristoteles’in varlığı; doğasını değişmemesi, evrenin düzenlilik ve yasalılık içinde, döngüsellik içinde kavranması, İbn-i Haldun’da toplumun doğasının değişmez nitelikler taşıdığı ve insanlığın (beşeriyet) aynı düzenlilik ve yasalılık içinde aynı döngüsellik bilinciyle kavranabileceği düşüncesinde vuku buluyor. Fakat Aristoteles, tarihsel ve toplumsal dünyayı tikellikler alanı olarak; rastlantısallık, keyfiyet ve olumsallığın olduğu bir alan olarak görmüştür. Bu sebeple de felsefe ve bilimin konusu yapılamayacağını düşünmüştür. Onu (tarihi) bir edebiyat biçimi olarak görmüş ve orada da şiirin altına yerleştirmiştir.

İbn-i Haldun, Aristoteles’in bu theoria, historia ve philosophia ayrımını umran ilmiyle aşmaya çabalamıştır. Bu bağlamda Aristoteles’ten farklı bir konumda durmaktadır.

Sonuç olarak; İbn-i Haldun’u ele alırken yaşadığı dönemin genel düşüncesine bakmak elzem bir gerekliliktir. Yaşadığı İslam toplumunun düşüncelerini aşan ve daha sonra Yeni Çağ filozoflarında karşımıza çıkacak olan düşünceleri, onu çok önemli ve değerli bir konuma taşımaktadır. Döngüselci tarih anlayışında, daha sonra Vico’da karşımıza çıkacak olan determinizmi benimsemiş, Bacon’dan önce tümevarımı bilime sokmuş ve empirik araştırmaya önem vermiştir.

Anlayışında, tarih ve teoloji ilişkisinden uzak bir tutum sergileyen İbn-i Haldun, İslam’ın tarih anlayışına karşı çıkmıştır. Bu bağlamda kimileri tarafından din dışı bir felsefe yapmış olduğu dile getirilmiştir.

 

 

 

 

 KAYNAKÇA;

 

- İbn-i Haldun, (1977). Mukaddime. (Çev. Turan Dursun). Ankara: Onur Yayıncılık.

- Avcı, A. (2008). İbn-i Haldun ve G. Vico Karşılaştırmasında Doğalcı ve Tinselci Tarih Felsefesi. Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Antalya.

- Durak. N. ve Tortuk B.B. (2016). İbn-i Haldun’un Felsefesinde Zaman ve Tarih Tasavvuru. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 22, 349-367.



Yazar: Ece Kocaayan