Bir gün küçük gözlerini bulamadan yataktan kalktı. Su bardağına çayını koydu...Bardak bardaktır nasıl olsa dedi. Bayat ekmeğini ısıttı ve önüne koydu. Karnım doysun yeter dedi. Perdenin gidip gelmesine takılan gözlerini çekip çıkardı annesi. "İbrahim, Uyanamadın mı?"

Hep böyle olurdu zaten sen derinliklere inerken, biri çekip çıkarırdı oralardan. Belki de en iyisi buydu.En iyisi buysa en kötüsü neydi?

Birbirimize açlığımız dehşetli büyürken, elde edip, enine boyuna büyük meraklarımızla her şeyi içimize doldurup taşmak mı? Birbirimizi inimize kadar tüketip bitirmek mi? Sonra bırakmak mı? Bilmiyordu....

Sadece sıyrılıp gitmek istiyordu üstünde ki kalabalıklardan. Nasıl sıyrılabilirdi bir yük gibi üstüne oturmuş bu yaşantıdan. Sıyrılmak istiyordu üstüne giydirdikleri bütün kimliklerden. O oydu! Kimseye, hiçbir şeye ait olmayan... Yaşamak diyordu ben olmadan yaşamak değil.

Sonra bir ses yükseliyordu. "Sen kocaman erkeksin ya yine mi ıslattın altını İbrahim?"

İçini çekiyor...Utanıp sıkılıyor, öfkeleniyor, üzülüyor, seviniyordu hatta.

Oh canıma değsin diyordu belki...İçmişti ondandı herhalde yahut kötü bir rüya görmüştü. Çarşafı bir o yandan, bir bu yandan hınçla köşelerinden çıkarırken nefretle ve öfke ile gözlerine kitlenmişti İbrahim'in. Hınç doluydu ona karşı. Onun ise utanç kaplamıştı suratını birden. Birlikte yaşamak zorunda olmak ne kadar kötüydü... Birden kalktı yerinden bardağını aldı odasına doğru geçti, "Ver, ben atarım makineye."

"Bırak şunu." deyip hızlıca banyoya sürükledi ayaklarını. Tüm gücüyle yere bastığı ayaklarını, terliklerini ezercesine, tüm sesi kulaklarına doldurdu. İbrahim, bardaktaki çayı çiçeğin altına döktü ve bir sigara yaktı odasında. Açtı sırt çantasını ve bir pantolon, iki t-shirt koydu, şarj aletini koydu, diş fırçasını koydu ve gözlüklerini öylece çıkıp gitti...