Kendimizden kaçmanın çözüm getirmediğini çelişkiler içinde kaybolan duygularımıza yakalandığımızda fark ediyoruz. Aradığımız şeyi bulmak için fersah fersah yol katetmeyi göze alıyoruz lakin kalbimizde yankılanan cevapları duymamak için kalabalığın sesinde ufalanıyoruz.


Şair diyor ya: “Uzak nedir? Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek yer ne kadar uzak olabilir?” 

Kendi ücramızın voltasında bir ileri iki geri debelenirken uzak diyarların aradığımız yanıtları taşıdığı yalanıyla düşüncelerimizden olabildiğince kaçmaya çalışıyoruz. Tüm bu yanlış yerde doğru arayışların bizi arzuladığımız belirginliğe sevk etmediğini fark ettiğimizde ise sessizliğe sığınıyoruz.


Rochefoucauld bu duruma ilişkin düşündürücü bir ifade ortaya koyuyor: “Farkına varmadan başkalarını aldatmak ne kadar güçse farkına varmadan kendini aldatmak da o kadar kolaydır.” Öyle ki bazen hiç olmadık bir yerde üzerini örttüğümüz bir soru yakalıyor bizi.

Mesela arkadaşımızın bir cümlesindeki ifade bizi dipsiz bir kuyunun yamacına taşıyor.

Sanki o an yıllardır taşıdığımız ruh bize ait değilmişçesine kendimizle yeniden tanışıyor olmanın şaşkınlığına kapılıyoruz. Bazen direncimiz o kadar keskin bir şekilde şakaklarımızda cereyan ediyor ki girdiğimiz karanlık odalardan alelacele sıyrılmaya çalışıyoruz, hislerimize ışık tutan tüm rast gelişlerden. 

 

İnsan çok enteresan bir varlık. Belirli kalıplara konulabilecek parametrelere sahip değil. Davranışlarımızın çoğunluğu kendi nedenlerimizden değil, kendimizi inandırdığımız rutinden besleniyor. Konfor alanımıza karşın bir tehlike hissettiğimizde var gücümüzle normali yakalamak için koşturuyoruz. Değişimden korkuyoruz.

Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Bu yüzyılın insanı için bir cellada ihtiyaç yok. Bize işkence eden aynaya her baktığımızda ya da her kaçırdığımız çehrede gösteriyor kendini. Neden bunu yapıyoruz kendimize? Sahi sormak istiyorum neden bu kadar uzakta nefes alıyoruz gerçek benliğimizden? Kaçtığımız, kaçırıldığımız duygular mı bizi bu düşünce zindanlarında hapis kılan? Yoksa kendimize gerçekten görmek için baktığımızda karşılaşacağımız hakikat mi ürkütüyor bizi? 


Nice sorular var cevaplanması gereken. Ancak çözüm yine tek bir damarda atıyor. “Oku.” diyor kitap. Tüm dünyanın bilgisine hakim olarak savrulmak değil burada kastedilen. Kendini oku, kendini tanı. Öyle alelade değil bu söylediğim, girmeye korktuğu tüm karanlık dehlizlerinde vakit geçirmeli insan. Çünkü arayışımız içimize doğru olmadıkça neyi neden yaptığımızı ve davranışlarımızın hangi duygu yatağından beslendiğini bilmeden ömür boyu boşluk hissinin engebesi altında kıvranacağız.

 

Kendimizi tanımalı, iç mihrakları keşfe çıkmalıyız. Kararlarımıza dair objektif bir sorgulamaya girişmeden önce meselenin özüne dokunmalıyız. Yüzleşelim yuvasını bozduğumuz tüm kuşların ahıyla. Bütün kartlarımızı korkmadan açalım önümüze! 

Görelim her şeyi aydınlıktan güç alan en saf haliyle. Çünkü ancak böylesi bir cesaretle kazanılır tarihin en büyük iç savaşı. 


Ümidim ve isteğim şudur ki; esas benliğimize dokunmadan, kendimizi yaşamadan yakalanmayalım ölüm denen tek gerçeğe.