Her şeyi kendi hizamda sorgulamaya tâbi tuttuğum bir sabaha uyandım. Her ne kadar bilmediğim dehlizlerde günü avuçlamayı sevmesem de tekrarladığım satırlardan cesaret buluyorum:

“Dönelim kendimize ve aldığımız yaralara bakalım.” diyor Zarifoğlu “Yaşamak” adlı eserinde. 

Şifa penceresinden bakabilmek adına bazı ilaçlar içilmeli diye diretiyorum kendime, yakıcı bir tadı içerisinde barındırsa da. 


İnsan yıllar içinde zamanın yongasında çeperleniyor. Yüzyılın getirdiği, hayatımızı kolaylaştıran makineler vardır. Hani olur ya bazen, onların çarkına bir şey takılır ve çalışmaları olanaksız hâle gelir. Bunu fark etmediğimiz zaman, kendi kendine dönmeye çabalar makinenin dişlileri ancak işlevini yerine getiremez, sadece getirdiğini sanır. 

Ben de bu misal, sandığım çok şeyden sınandığımı görüyorum son günlerde. Mesela kendimi koruyacak kadar dövüşmeyi öğrendiğimi fark ediyorum lakin kalbimi koruyabilecek kadar değişmeyi öğrenemediğim gerçeği ilaç yakıcılığında işliyor genzime. 


Teng yılanının hedefini asla şaşırmadığı güvencesiyle çıktığım yollarda; hesapta olmayan ruh merhalelerine takılıyorum. 

Zoraki gülüşleri angaryadan çekip sıyırmak için gayret ediyorum ancak dengemi bozan hadiseler karşısında, kelimelerimi düşürürken buluyorum şu titrek sesimi.


Güneş tepeye çıktığındaysa "Neden en zor olanı içe dönmektir?" diye bir soru bırakıyorum fezaya. Sahi, size de sormak isterim. "Aradığımız tüm yanıtlar esas manada 'ben' dağarcığında saklı iken nedendir bunca çaba ve kendinin ücrasına çekilme ısrarı?" Sorduğum sorular bulutları tedirgin ediyor, hissediyorum bunu. Bedenimde damarlarımın ince bir işleme yaptığını görüyorum tüm kılcal haritalarına. Sanki bana yaşıyor olduğuma, sadece etten ve kemikten oluşmadığıma dair bir delil bırakmak istiyor kalbimin atışları. 

En nihayetinde mevzular koşar adım, çözümlerse ağır aksak ilerliyor memleketimin nakışsız iskeletinde.