İkiye bölmek yeni dünyanın âdeti olmuş. Her iki parçayı da pazarlayabilmek için geliştirilmiş bir gardiyanlık sistemi mevcut. Sinema özelinde bakacak olursak konuya ana akım sinema ve bağımsız sinema diye iki örnek çıkıyor karşımıza. Ana akım sinema ihtiyaçlara, seyircinin tercihine göre popüler filmler yapıyor. Bağımsız sinemacılar ise kendi ihtiyaçlarına göre.

Bu bağımsız sinema işi kafamı bulandırmaya başladı benim…

Bir hikâye yazıp, ona inanıp, büyük bir kısmını izleyiciden sakladınız mı bağımsızlaşıyor yaptığınız film. Kalıplardan bağımsız, eleştiriden bağımsız, hikâyeden bağımsız, seyirciden bağımsız oluyor. Bir de süslü bir elbise biçiyorsunuz. Zeki insanların anlayabileceğini savununca sosyal bir sınıf oluşması kaçınılmaz oluyor. Bu tarz “zekâ” isteyen filmlerin yazıldığı ve konuşulduğu ortamlar oluşuyor hemen. Her söz, her kelime yapılan işi makul gösterme yarışına giriyor. Reklam gibi. Ama bu akademik olarak yapılıyor.

Her iki türe de eşit mesafede birisiyim. Biriydim demeliyim aslında. Bağımsız filmin bağımlıları beni biraz bu türden soğuttu. İşin kendisinden çok gezdiği festivalleri konuşmaya başladığımızda, eleştiremediğimizde izlediğim ürünü ünsiyet kurmak zorlaşıyor çünkü. Jüriyi ikna etmek için yapılan filmlerle hikâyesini anlatmak için yapılan filmler birbirinden uzaklaşıyor.

Sinema bir hikâye anlatma biçimi. En basit ifadesi bu olsa gerek. Elbette ki görüntü, oyunculuk, müzikler vazgeçilmez bir parçası bu işin. Ama temeli bir hikâyedir. Gerisi bu hikâyeyi nasıl servis ettiğin.

Ezberleri seviyoruz. Bir yarışa girecekseniz ilk yapacağınız şey yarışmanın daha önce kazananlarını takibe almaktır. Sınavlara girerken bile daha önce çıkmış soruları çözme sebebimiz bu değil mi? Hal böyle olunca festival adı altındaki yarışmalarda ortaya çıkacak ürünün özgün olması maalesef zor. Jüriyi bilmelisiniz. Jürinin hangi tarz filmlerden hoşlandığını bilmelisiniz. Daha önce ödül alan filmlere bakmalısınız. Bu bilgiyi uyguladığınızda şansınız artıyor. Ve siz bana bu yolun özgün bir yol, yeni bir arayış olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Yapmayın.

Bak başıma ne geldi. Hatırladıkça tüylerim hâlâ diken diken…

Adamın filmini izliyorum. Uzun planları bir kenara, neredeyse hiç diyalog olmamasını bir kenara koyuyorum. Bütün cevapları bana buldurmaya çalışmasını da geçtim. Bana hikâyesi varmış gibi bir karakter gösterip, bir ağacın altında ilkokul arkadaşına kur yapan kızın akıbetini bekledim, o da yok. Sallanan kameradan bir ara midem ekşidi ama yok saydım. Yazılar akmaya başladığında filmin bitmiş olma ihtimalini düşündüm. Bir yandan yanımdakini kesiyorum. Bayram namazı gibi. O yerinden kalkarsa anlayacağım çünkü filmin bittiğini. Salak bir duruma düşmemek için çaba harcıyorum. Geri zekâlı yaftası yemeyelim durduk yere değil mi? Yönetmenin isminden dolayı bir dokunulmazlık haresi oluşuyor filmin üzerinde tabii. Söyleşiye geçiyoruz. İzlediğimiz filmin hikâyesini anlatmaya başlıyor yönetmen. Karakterleri falan. Bana salak muamelesi mi yapıyorsun kardeşim. Bunları anlatacağına filme koysaydın da ben oradan anlasaydım keşke diyorum. Ama içimden diyorum. Sesli söylemeyi entelektüel kişiliğime yakıştıramıyorum çünkü. Söyleşiyi yöneten moderatör filmin ödül aldığı festivalleri saydıkça “ulan bu nasıl bir yokluktur” diyorum. Ama içimden diyorum. Yabancı basının filmi nasıl övdüğü kısma gelindiğinde “söyle len kaç para verdiniz” diyorum. Ama içimden. Ülkemizi gururla nasıl temsil ettiğinden bahis açınca “yazık oldu bizim köylü güzeline” diyorum. Tabii ki içimden. Türkleri yanlış tanıyan Avrupalılara ders verdim deyince “Kardeşim 15 yaşındaki kızlar kötü yola düşmüş, aile onları korumaya çalışıyor, sen aileye çullanıyorsun. Tabii yanlış anlarlar” diyorum. Nasıl yaptığımı biliyorsunuz zaten. Soru cevap kısmı başlıyor. Filmi tek anlamayan ben değilmişim meğer. Bir delikanlı çıkıp peş peşe anlamadığı yerleri soruyor. O da ne. Yönetmen de cevabı bilmiyor. Şu niye böyle oldu? Cevap; seyirciye bıraktım. Bu? Seyirciye… Şu? Seyirciye bıraktım. Ortadaki büyük olan? Seyirciye bıraktım. En sonunda dayanamayıp fırladım yerimden ve “O zaman filmin adını da seyirciye bıraktım koysaydın keşke” dedim. Ama içimden. İçim şişti diye şaşkın bakışlar arasında çıktım salondan.

Yol boyunca aklım karışıktı. Madde bağımlısı da değilim. O zaman ben az önce ne yaşadım? Dedim. Ama içimden…