O sabah uyandığımda çenemin, dudaklarımın, elmacık kemiklerimin ve gözlerimin etrafının karıncalandığını hissettim. Sağ elimi yüzümde gezdirdiğimde, hiçbir şey hissedemediğimi anlamam çok uzun sürmedi. Bir an önce aynaya bakman lazım cümlesi beynimde sarmal oluşturmuş dolanıyordu. Ayağa kalkmalısın dedim kendime. Ne ile karşılaşacağını bilemesen bile o aynaya bakmalısın. Yıllar sonra olsa bile. Ayağa kalktım.

Mart ayının belki de en soğuk sabahına uyanmıştım. Bir an kendi kendime “Acaba soğuktan mı yüzümü hissedemiyorum?” dedim. Ah salak şey! Alakası bile olamaz. Kalorifer peteklerine dokunduğunuz an elinizi çekersiniz. O kadar sıcaktı.

Yatağın altına saklanan terliklerimi bulup ayaklarıma geçirdim. En azından ayaklarımı hissediyordum. Buna şükretmek gerekirdi. Teşekkür ederim Tanrım, ayaklarımı benden almadığın için! Henüz...

Aynanın asılı olduğu duvara ulaşmak birkaç dakikamı aldı. O birkaç dakikayı, bana 17 senedir yarenlik eden 4.5 numara miyop gözlüklerimi aramakla geçirdim. Normalde her zaman yattığım yerde baş ucumda olan gözlüklerim bu sabah epey bir uzağa konuşlanmıştı. İlginç.

Hissedemediğim yüzüme dökülen saçlarımı bir kurşun kalem ile toplayıp yarenimi taktım. Gözlüklerimin ağırlığı buz kesilmiş burnumda varlığını epeyce hissettiriyordu. 17 senedir birlikte olmamıza rağmen bazen çok ağır gelmiyor değildi. 28 senedir içinde bulunduğum hayat gibi tıpkı.

Bu kadar oyalanmak yeter diye düşünüp aynanın karşısına geçtim. Oda soğuk değildi ama ayna fazlasıyla buğulanmıştı. Anlam veremedim. Gözden çıkardığım bir tişört ile aynayı silmeye başladım. Saniyeler sonra gücümü bir kademe arttırarak silmeye devam ettim. Fakat buğulanma bir türlü geçmiyordu. Tanrım, ne kadar anlamsız bir gün!

Yatağın altına saklanan terliklerim, uzağa konuşlanan gözlüklerim, buğusu bir türlü geçmeyen ayna... ve hissedemediğim yüzüm. Yarım saatte yaşadıklarım bunlardı. Beni günün ilerleyen saatlerinde ne bekliyordu acaba? Tanrı bilirdi. Tanrı her zaman, her şeyi bilirdi.

Odamdaki aynadan ümidimi kesince banyodaki aynayı kullanmakta karar kıldım. Sabahın erken saatleri olduğu için, henüz hava alacakaranlıktı. Işık yakmam gerekiyordu. Oysa ben çok sevmezdim aydınlığı. Ellerim duvarda geziniyor, ışık anahtarını arıyordu. Yoo bu kadarı da fazlaydı artık! 28 senedir çivi çakmadığımız bu evde ışık anahtarının yerinin değişmesine imkan yoktu. Yoksa... var mıydı?

Duvara dokuna dokuna mutfağa gittim. Bir şeye çarpmıştım. Sesiyle irkildim. Safiş’in mama kabıydı. Ama mutfağın girişinde işi neydi? Sahi, bu kaçıncı ilginçlikti? Listeyi kontrol et.


Rahmetli annem mumları hep buzdolabının üstüne koyardı. Karanlıkta bulması daha kolay olsun diye. Rahmetli babam da kibrit kutularını bir su bardağının içine koyardı. Birbirine muhtaç, biri olmadan diğerinin bir anlamı olmadığı iki şey neden ayrı yerlerde muhafaza edilirdi ki? Bunun üstüne çok düşündüm zamanında. Ama onlar öyle istediği için olduğu gibi bıraktım. 17 senedir de yerlerini değiştirmek namına hiç dokunmadım. Ne mumlara ne de kibrit kutularına. Çünkü içlerinde babamın ve annemin ruhları saklıydı. Bunun farkındaydım.

Mumları almak için biraz yukarı uzanmam gerekecekti. Buzdolabının üstünü yokladım. Sonra çok arkada, kullanılmış bir mum buldum. Rengini mumu yaktıktan sonra söyleyeceğim. Kibrit kutuları babamın su içmek için kullandığı kristal kesme bardakların içindeydi. Şu bardakları da gördükçe daima gülesim gelir. Ne yalan söyleyeyim. Rahmetli annem gazeteden kupon biriktirerek almış. O bardakların hikayesini anlatırken keyiflenirdi. “Bizim zamanımızda kupon biriktirerek beyaz eşya bile alınabiliyordu.” derdi. 50 gün boyunca, aralıksız kestiği kuponların karşılığıydı. O kristal bardakları çok severdi. Çünkü babam o bardakları severdi.. Alacakaranlık alacakaranlık duygulandım yine! Görüyor musunuz? Göremeyiz dediğinizi duyar gibiyim. Sanırım haklısınız. Gün doğumuna daha 33 dakika var.

Mumu mutfak tezgahına koyup altına koyabileceğim atıl bir tabak arama telaşına girdim. Alacakaranlıkta biraz zor oluyordu. Bir şeyi düşürür kırarım diye korkuyordum. Yaralanmaktan korkuyordum. Sıcak ve koyu akacak kandan korkuyordum. Kendi kanımdan korkuyordum. O günden sonra kan görmek beni hep ürpertiyordu. İnsan kendi parçasından ürperir miydi? Cevabı, evetti.

Birkaç gün önce aldığım hazır gıdanın içinden çıkan köpük kap elime geldi bir anda. Onu kullanmakta karar kıldım. En azından kırılamaz ve bana zarar veremezdi. Mumu dikkatlice ortasına yerleştirdim. Kibrit kutusunu açtım ve kullanılmamış bir çöp aramaya başladım. Bir, çak. Olmadı. İki, çak. Olmadı. Üç, çak. Olmadı. Olmuyordu ve günün doğmasına daha 26 dakika vardı. Kibrit çöplerini denemeye devam ettim. 8, 9... İşte o zaman denemekten vazgeçtim derken iki şans daha verdim Allah hakkı için. 11. denememde yandı. Hayat ısrarcıları seviyordu.

Bir sandalye çekip oturdum. Böğürtlen aromalı sigaram masada duruyordu. İşsizlik bu olacak ya. Aç karnına içeyim dedim. Rahmetli babam sigara içmeden önce “tütün altı” yapardı. Midesi bulanmasın, halsiz hissetmesin diye. O gidince tütün altı yapma alışkanlığım da gitti. Her zaman ve her koşulda bu mereti içmeyi öğrendim. O gittikten sonra öğrendim. O gittikten sonra birçok şeyi öğrenmek zorunda kaldım. Hayat en acımasız öğretmendi.

Böğürtlen aromalı sigaramdan derin bir nefes çektim. Başımı geriye yasladığım an günün ilk ışığı sağ gözüme sürdü turuncu rengini aralık kalan perdenin ardından. Sigara dumanını ciğerlerimden dışarı verdim. Gri duman gün turuncusuna karıştı yavaş yavaş. Tütün altının önemini yıllar sonra anladım. Baba seni çok özledim!

Gün turuncusu, mum turuncusu, gri duman derken 1 saati mutfaktaki o rahatsız sandalyede geçirdim. Uzun zamandır gün turuncusunu görmemiş, mum turuncusunu seyretmemiş ve sabahın bu saatinde gri duman raksettirmemiştim. İlginç bir gün olmuyor değildi. Başından sonuna değin böyle gideceği korkusu sarmıştı boğazımı. Korkunca yutkunamam ben. Boğazım hemen ağrır. Hayatımda her şeyin akut geliştiğinin göstergesi. Akut korku, akut boğaz ağrısı, akut özlem. Hayat akutlara gebe!

Madem gün doğdu, mum ışığına gerek yok diyerek söndürmek için yaklaştım. Üfledim. Sönmedi. Üflüyorum. Sönmüyor. Israrla üflüyorum. Israrla sönmüyor. Hayda! Listeyi kontrol et.

Bıraktım mumu öylece. Belki gün ışığından utanır da kendi kendini söndürür diye. Yok ne utanacak! Seneler sonra tekrar işe yaramasının gururuyla daha bir parlayarak yanıyor. Ama bilmiyor ki, bir zaman sonra çabaladığı şey onun sonu olacak. Tıpkı insanın işe yaradığını farkettiği an kendini daha fazla yıprattığı gibi. Ve işte o zaman insan kendisi için sallar küreği bu sefer ve kendisi için atar gözyaşlarıyla ıslanmış bir kürek kara toprağı. Üzerine çapraz yerleştirilen ıskatların üstüne.

Işık anahtarları yerinde değil bu sabah ama gün ışığı eşlik edecek banyoya kadar. O aynaya bakmam gerek. Yüzümde karıncalar geziyor hala. Dudaklarım uyuşuk. Bana ne oldu bu sabah. Bilemiyorum.

Banyo kör noktaya baktığı için ışık açmak zorundayım. Tanrım bu sefer ışık anahtarı yerinde olsun lütfen! Ve... bir tık sesi ardından banyo aydınlandı. Teşekkürler Tanrım! derken elektrikler kesildi. Tamam tamam listeyi kontrol edeceğim.

Antreden gelen ışık hüzmesinin bana yardımcı olacağına çok emindim. Fakat banyo o kadar dip köşe bir yere yapılmıştı ki gündüz vakti bile ışık açmak zorunda kalıyordunuz. Alt tarafı yüzümde meydana gelen garipliği kontrol edeceğim aman sanki etamin mi işleyeceğim, çok ışığa gerek yok diyerek aynanın karşısına geçtim. Ayna simsiyahtı. Tamam, kabul. Her zaman tozunu almıyorum ama bu kadar siyah olmasına imkan yoktu. Silmekle geçmez ki bu siyahlık dedim. Diş fırçamı koyduğum seramik kabı elime aldığım gibi aynaya geçirdim. Artık işe yaramazsın dedim içimden ve hayatımdaki tüm işe yaramaz insanları seramik bir kapla yok etmem gerektiğini düşündüm. Biraz daha zamanı... varmış. Bunu anladım. Kırılan parçalar gözyaşı gibi döküldü lavabonun içine.

Yüzümün karıncalanması hala kendini son sürat hissettirmeye devam ediyordu, fakat yüzümü görebileceğim bir ayna henüz yoktu. Hayır, ayna hatta aynalar vardı da ne hikmetse bu sabah işlevselliğini yitiresi tutmuştu hepsinin.

Sabahın bu saatinde komşu kapısı çalınmaz dedim kendi kendime. Dışarı çıkıp ayna alacağım bir yer var mı diye düşündüm sonra. Çokta düşünmedim. Üstümü giydiğim gibi fırladım evden. Çok düşünmediğim için cüzdanımı ve ulaşım kartımı evde unuttuğumu farkettim 5 katı indikten sonra. Çıktım, onları aldım. Tekrar indim. Sabah sporu tamam sanki. Bazen fazla düşünmekte yarar var dedim kendime kızarak.

Cihangir meydana çıkan sokaktan, Tophane’ye kıvrıldım. Kılıç Ali Paşa Camii’nin yanından hızla geçtim. Yanından geçtiğim dükkanların camekanlarına bakayım dedim. Allah Allah. Hepsi de siyah. Var bu işte bir terslik dedim ve yürümeye devam ettim. Asfalt ayaklarımın altından adeta kayıyordu. Birkaç kez ayaklarım birbirine dolandı. Düşecektim. Düşsem bile aynı hızla kalkıp yürümeye devam edecektim. Hayat bu. Düşersin, düşersin, düşersin ve her defasında daha güçlü kalkarsın ayağa. Eğer kendinde o gücü bulabiliyorsan şayet. Ben güçsüzdüm.

Karaköy Rıhtım göründü sonunda. Hava sisli, gözlerden ırak Topkapı Sarayı. Çamlıca Televizyon Kulesi’nin yanıp sönen ışıkları seçiliyor. İstanbul Üniversitesi Gözlemevi’nin sarı ışığını görüyorum. Bu da doğruluyor havanın sisli olduğunu. Karaköy Rıhtım’da biraz soluklansam hiç fena olmaz diyorum. Karaköy simidi gibisi yok derdi rahmetli annem. Yanında dumanı üstünde, sımsıcak bir çay ile tabii ki. Karaköy, simit ve çay burada. Peki, sen neredesin anne?

Topkapı Sarayı’nın yavaş yavaş beliren siluetinin tam karşısında bir bankı tercih ediyorum. Hemen yanımda da bir simit arabası var. Henüz yeni geldiği anlaşılan simitlerini camekanına diziyor. Bir simit rica ediyorum günaydın girizgahının ardından. Amca cin görmüş gibi yüzüme bakıyor. Allah Allah diyor kendi kendine. Ne oldu amca bey dememe kalmadan simidimi sarıyor kağıda. Hızlıca dolduruyor çayımı da. 4 TL diyor. Bırakıyorum müsait bir yere. Ee hayırlı işlerin olsun amca bey o zaman diyerek kendim için özenle seçtiğim banka yerleşiyorum. Annem burada değil. Annem 17 senedir burada değil. Hala kabullenemiyorum.

Yoluma devam ediyorum kısa bir molanın ardından. İstikamet Perşembe Pazarı. Hırdavatçıların birinden yüzümü görebileceğim, çalışan bir ayna bulabileceğimi düşünüyorum. Çalışan ayna. Yazın bu tabiri bir yere. Belki bir gün, benim gibi ihtiyacınız olabilir.

Saat henüz çok erken olduğu için birçok dükkan güne başlamamış. Acaba hangi dükkana nasip olacak param diye düşünüyorum. Siftahı senden, bereketi Allah’tan cümlesini duymayı çok seviyorum.

Cadde üzerinde mekik dokumaya başlıyorum. Saat 09.00’a geliyor. Dükkan kepenklerinin çıkardığı metalik ses kulağıma hiç çalınmıyor. Babam, “İnsan, sabahın seherinde pencerelerini açacak, rızıklar o zaman dağıtılır. Kısmetini de sabah namazından sonra aramaya başlayacak.” derdi. Babacığım, Perşembe Pazarı esnafı bu konuda biraz tembel sanki. Ne dersin?

Yarım saat kadar sonra, 15 yaşında belki var belki yok bir delikanlı kaldırıyor kepenkleri. İçimden teşekkür ediyorum. Köşede biraz bekliyorum. Sabahın bir vakti çalışan ayna talebimle onu şaşırtmak istemiyorum.

15 dakika sonra dükkanın önünde bitiyorum. Yüzünü daha yıkamamış olan delikanlı, gözlerini ovalayarak bana bakıyor. Gözlerini kısıyor. Belli ki o da gözlük kullanıyor. El yordamıyla taradığı masadan aldığı gözlüklerini hızla takıyor. Buyur abla, ne arzu etmiştiniz? diyor. Günaydınlar çoğalıyor. Ben çalışan bir ayna istiyordum diyorum. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. Yani şey, siyah olmayan, buğulanmamış bir ayna demek istedim diyorum. Abla baştan öyle söylesene diyor. Eliyle bekle işareti yapıp, koşarak arka tarafa gidiyor. Tam istediğim büyüklükte bir ayna getiriyor bana. O arada da yüzüme bakıyor dik dik. Allah Allah diyor. Bugün kimsenin dilinden Allah lafzı düşmüyor. İlginç.

Aynayı birkaç kağıda sarıyor. Parasını uzatıyorum. Abla zahmet olmazsa şuraya bıraksan diyor. Hay hay ne zahmeti diyorum. Aynayı aldığım gibi evin yolunu tutuyorum. Oyalanmadan eve varmam gerek diyorum. Yüzümde ne göreceksem, kendi güvenli alanımda görmeliyim.

Apartmanın kapısındayım. Çantamdaki anahtarları bir türlü bulamıyorum. Genç bir adam açıyor kapıyı. Teşekkür ederek içeri dalıyorum. 5 katı bir solukta çıkıyorum. Anahtarlarım montumun cebinden çıkıyor. O kadar emindim ki çantada olduklarına. Allah Allah diyorum. Ayakkabılarımı bir sağa bir sola fırlatıyorum. Bu arada aynayı kollarımın arasında sımsıkı tutuyorum. Neme lazım düşürürüm, kırılır. Hala korkuyorum.

Terliklerimi giyip yatak odasına ilerliyorum. Dağılan saçlarımı bir kurşun kalem yardımı ile topluyorum tekrar. Yatağımın üstüne kıvrılmış Safiş’e günaydın diyorum. Arkasını dönüp uyuyor. Miskin şey.

Yanına oturup aynanın sarıldığı kağıtları dikkatlice açmaya başlıyorum. Çocuk, 2 parça kağıda sarmıştı aslında. Bu açtığım 4. kağıt diyorum kendi kendime. Ve 5 ve 6... 11. Kağıda gelince aynaya ulaşıyorum. Hele şükür! Ayna pırıl pırıl. Ne simsiyah ne de buğulu. Sağını solunu incelerken, annem ile babamın düğün fotoğrafları beliriyor bir anda. Bir film şeridi gibi geçiyor tüm fotoğraflar aynadan. Kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş. Hey sen diyorum bisikletimin sepetine taşlar doldurup düşmeme sebep olan çocuk değil misin? Evet, benim diye bir ses geliyor aynadan. İrkiliyorum.

 Dizlerim parçalanmıştı senin yüzünden diyorum. Çok geride kaldı. Bırakmalısın bu anıyı artık diyor. Sen dizlerimin kanamasına sebep oldun diyorum. Daha güçlü kalkmayı öğrendin sayemde diyor ve aynadan kayboluyor.

Sonra annemi ve babamı kaybettiğim kaza beliriyor aynada. Soğuk bir Mart sabahı. Etrafımda bir sürü insan. Battaniyeye sarmışlar beni. Yerde iki kişi yatıyor. Üzerlerine gazete kağıtları örtülmüş. Anlam vermek istemiyorum. Gazete, 50 kupona National Geographic Belgesel Seti veriyor. Sahi bugün kaçıncı kupon kesilecek? Annem bilir diyorum kendi kendime. Gazete kağıtlarının etrafına bakıyorum. Babamın ellerini görüyorum sonra. Kırmızı. Kendi rengine boyanmış babam. Hiçbir insan kendi rengine boyanmamalı diyorum.

 Aynaya birkaç damla gözyaşım düşüyor. Gördüklerim bulanıklaşıp kayboluyor. Ayna, her zamankinden daha bir güzel parlamaya başlıyor. Sonra annemi görüyorum. “İçindeki aynayı kır ve at.” diyor bana. Bu kadarı senin için çok fazla.

Gözlerim dolu, tavana bakıyorum. Kazadan öncesini görmeye başlıyorum. Arka koltuktayım. Elimde bir ayna. “Baba bak pırıl pırıl, gözlerim iyi göremese bile her şeyi çok net görmeme yardımcı oluyor. Al sen de bak!” diyorum. Kırmıyor beni babam. Arkamızdaki arabanın uzun ışıkları babama verdiğim aynaya yansıyor ve babam bir anda direksiyonu bırakıyor. Karşıdan gelen yük kamyonunun altına giriyoruz. Ben kendi rengimle boyanmıyorum. Oysa, anneme ve babama da yakışmıyor kendi renkleri.

Gözlerimi kapatıyorum. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor. Sıcaklığı ile bir türlü hissedemediğim yüzümü hissetmeye başlıyorum. Karıncalanma yok sanki artık. Ayna daha bir parlamaya başlıyor. Beyaz bir ışık görüyorum ve içimdeki simsiyah aynayı kırıyorum. Annemin ve babamın bana gülümsediklerini görüyorum. Gün turuncusu renginde gülümsüyorlar. İçimdeki aynayı sonsuzluğa uğurluyorum.