İçmeler, Ege’de bulunan çoğunlukla İngiliz turistlerin geldigi küçük bir tatil beldesidir. Marmaris’e bağlı olan bu beldede oteller ve eğlence mekanları bulunur. Ben de geçen yaz olduğu gibi bu yaz da çalışmak için bu taraflara gelmiştim. Geçen sene izin günlerimde otostopla geziler yapmaya çalışmış ve bunları da yazmıştım. Şimdi yine aynı heyecanla yazıyorum.


Turunç’a gidecektik… Turunç, İçmeler’e 14 km mesafede olan, İçmeler’den daha küçük ve yine İngiliz turistlerin ağırlıklı geldiği bir tatil beldesidir. Bu belde “Abi, Ege yaa!” diyebileceğiniz bir yer değil. Nedenini kendi maceramı anlatarak açıklayacağım. İçmeler’de Marmaris Belediyesi’nin ek hizmet binasının önünden Turunç’a giden bir yol vardır. Yol biraz yokuş ve virajlı olduğu için otostoptayken araçların durması zor oluyor ki bunu bir önceki hafta orada otostop parmağım havada 45 dakikamı harcayarak tecrübe edinmiştim. Turunç’a giden minibüsler gelmemiş ve araçlar da durmamıştı. Bu hafta ise olaylar farklı gelişti. Yanımda okuldan arkadaşım ve burada birlikte çalıştığım Adem vardı. 


Adem’le bahsettiğim bu yolun başındaki minibüs durağında beklemiş ve geçen araçlara parmak kaldırmaya başlamıştık. Hava aşırı sıcaktı ve tek sığınılacak gölge minibüs durağının yarattığı tek kişilik gölgeydi. Oraya geçince de hava akışı kesiliyor ve terlemeye başlıyorduk. Güneş kremi sürdüğüm için gölgeye geçmeme gerek olmadığını düşünmüştüm ama yanılmıştım. Güneşe çıktığım vakit kavruluyordum. Durağın gölgesine geçince ise havasızlıktan terlemeye başlıyordum. Sırt çantamın yardımıyla bu terleme daha da artıyor ve tişörtümde ter izleri belli olmaya başlıyordu. Durakta asılı olan seyir saatlerine göre minibüsler 15 dakikada bir geliyordu fakat şimdiden 20 dakika olmuştu bile. Bu süre içinde tabii ki otostop çekmeye de başlamıştık. Şansımız dönmüyor ve arabalar sadece “burada kalacağım” işareti yapıp yollarına devam ediyorlardı.


Sonunda Audi marka bir araba yavaşça yanımıza yaklaştı ve durdu. Araç sahibi abiye Turunç’a gittiğimizi söyledik. Abi ise: “Turunç’a gitmiyorum ama sizi biraz ileri götüreyim, hem de Audi’ye binmiş olursunuz.” dedi gayet mütevazı bir şekilde (!) O sırada Adem ise, tek kapı olan aracı görmenin şaşkınlığıyla: “Abi bu arabaya nasıl biniliyor?” diye sordu. Arabasına bindiğimiz bu abi Hataylı çıkmıştı ve Adem’le iyi anlaşmışlardı. Çünkü, Adem de bir Hataylıydı. Bu arabayla sanırım 3-4 kilometre ilerlemiştik. O yolun üzerinde Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nin Turizm Meslek Yüksekokulu’nun kampüsü bulunuyordu ve bu kampüs iki gün önce çıkan bir yangında zarar görmüştü. Araç sahibi tam da oraya gidiyormuş. Biz de bu vesileyle oradaki yanan bölgeyi görmüş olduk. Hala is kokuları yayılıyordu. Buradan biraz daha ileriye; gölge bir yere konuşlanıp tekrar otostop parmağımızı kaldırmaya başladık. Bu sefer çok beklememiştik ve de bir cip durmuştu. Daha önce otostoptayken bu kadar lüks arabalara binmemiştim. Belki de bu sefer Adem'in otostoptaki acemi şansı işliyordu. Buradan sonraki yollar hem kıvrımlı hem de yokuştu. Burada araba kullanırken aşırı zevk alacağınıza garanti verebilirim. Bindiğimiz aracın sahibi ormancılık yapıyormuş. Geçen seneki Marmaris yangınından geriye kalan odunları topluyorlarmış. Bu aracın sahibi de Hataylı çıkmıştı ve Adem’in yüzü yine gülmüştü. Bu araçtan Bozburun yolu kesişiminde indik ve küçük bir yokuş tırmandık. Yokuşun ardından araçlarla tırmandığımız o kıvrımlı yokuşlar tersine dönüyor diye düşünmüştüm ki öyleydi. Bulunduğumuz yerden Turunç sahili görünüyordu ve sanki sadece İçmeler ile Turunç arasındaki dağı aşmıştık. Adem, biraz da küfürlü ve alaycı bir şekilde, o kadar yolu aynı yerde denize girmek için mi geldiğimizi soruyordu. Ben ise bu mantıksızlığa seviniyordum. 45 derece sıcaklığa rağmen yolun karşısına geçip otostop çekmeye devam ettim. Modum yüksekti, yoldan keyif almaya başlamıştım. Motivasyonumu Milas - Bodrum arasında çektiğim otostopta bir buçuk saat ormanın ortasında kaldığım ve bir domuzla karşılaştığım anımdan alıyordum. Birkaç dakika sonra minibüs tarzı bir aracı durdurmayı başarmıştık. Arabaya binince Adem’in yaptığı ilk şey: “Abi Hatay ile bir bağlantın var mı?” diye sormak oldu. Abi de olmadığını İstanbul’da doğup büyüdüğünü söyledi. Garipçe bize bakan abiye önceki bindiğimiz iki aracın sahiplerinin Hataylı çıktığını ve Adem’in de Hataylı olduğunu söyledik. Normal olduğumuzu öğrenen abimiz, muhabbet açmaya başladı ve başladık ekonomi konuşmaya. Asgari ücretten girip akaryakıt fiyatlarına değindiğimiz ve Marmaris’teki kiralarda bitirdiğimiz muhabbette Adem sadece telefonuyla takılmakla yetindi. Araç sahibi Hataylı çıkmayınca modu düşmüştü herhalde. 


Bu araç bizi Turunç’un merkezinde bıraktı. O sırada neden buraya geldiğimizi hala sorgulayan Adem’e anın farkına varması için şu konuşmayı yaptım:

-Kardeşim, biz şimdi neredeyiz? 

-Turunç’tayız! 

Duyamadım, daha sesli!

-Turunç’tayız!

-Yani nereye geldik?

-Turunç’a!

-Hah şöyle! Turunç’a da gitmedim demezsin artık.


Sahile doğru yol almaya başladık. Henüz sahile varmamıştık ki denizi kendi malıymış gibi çeviren beach club'larda çalan cıstak cıstak müzikler kulağıma gelmeye başlamıştı. Adem, benim nezdimde büyük bir suç işleyerek bu işletmelerden birine şezlong fiyatı sordu. Ben ise halk plajı nerede diye bakınıyordum. Bütün Turunç sahilini kaplayan bu işletmeler çılgınca müzik çalıyordu fakat şezlonglarda oturanlar pek bir sakindi. İnsanlar uzanmış bir şeyler içiyordu. Anlamadığım nokta ise şuydu: madem bu insanlar sakince takılacak bir yer arıyorlarsa neden beach club’lara gidiyorlar? Diğer yandan, bu kadar alanı kapatıp insanları bir alana sıkıştırıp ve kulaklarına o rahatsız müzikleri vermekteki amaç nedir? Üstelik insanlar eğlenmiyor, uzanıp ve dinlenip kestirmek istiyorlar. Bu iki tarafı da mantıksız olan denklemden çıkamamıştım. İşte bu yüzden “Abi, Ege yaa!” diyemediğim bir yer oldu Turunç. Gerçi Turunç’tan beklentim bir zamanlar Emel Sayın’ın yaşadığı evi görmekti ki bu vazifeyi o evin önünde viski içerek yerine getirdim. 


Gürültülü mekanları geçtikten sonra halk plajını bulmuştuk ve orada denize girdik. İlginçtir ki buradaki su sadece birkaç kilometre ötedeki İçmeler sahilindeki sudan daha ılık ve berraktı. Suyun altındaki taşları rahatlıkla görebiliyorduk. Böyle güzel bir denizi olan bir beldenin sahili işletmelerce kapatılması acı verici aslında. Sahilde denize girdikten sonra, önceden planladığım gibi, bir zamanlar Emel Sayın’a ait olan ve şimdi ise bir restorana (Es Bar Restoran) dönüştürülen evini görmeye gittik. Bulunduğumuz sahilden de görünen ev, sarı rengiyle diğerlerinden ayrışıyordu. Evin terasından bakınca ne kadar güzel bir manzarası olabileceğini tahmin edebiliyorsunuz. Önünde teknelerin demir attığı küçük bir liman bulunuyor ve genişçe bir yürüyüş yoluna bağlanıyordu. Bu ev şimdilerde tamamıyla bir işletmeye çevrilmiş durumdaydı. Öyle ki yan tarafına ucube bir asansör yapılmış altına bir kuyumcu dükkanı yerleştirilmiş ve önüne zevksiz bir branda konulmuştu. Bu kadar güzel bir manzaraya sahip ve anlamlı bir mekan işletmeciler tarafından esir alınmıştı. Evin önünden yürüyüp biraz ilerledik limandaki gemilere bakıp Adem’le “ne kadar zengin olmak isterdim biliyor musun?“ konuşması yaptık. Tekrar evin önünden geçip ara sokaklardan yürümeye başladık burada her tatil bölgesinde olduğu gibi imitasyon spor çantalar, tişörtler ve bavullar satan dükkanları gördük. Orta direk İngiliz ailelerin doldurduğu mekanlarda futbol maçları izleniyordu. Diğer taraftan bu ülkenin bir genci olarak bu mekanlardan herhangi birine oturup bir bira dahi içemeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmiştim.


Mekanların ve dükkanların arasından geçip buraya geldiğimiz yolu izleyerek İçmeler yoluna çıktık. Günün başında dakikalarca beklediğimiz minibüs 10 dakika sonra gelmişti ve bu minibüse binerek direkt olarak çalıştığımız otelin bulunduğu İçmeler’e döndük. Dönüş yolu daha kısa sürdü ve ikimiz de yorucu bir gün geçirdiğimizin farkına dönünce varmıştık.