Göğü pencereme indirip, ruhumun ahengini izliyorum. İçimde ılık bir telaş var. Gözlerimde çakan şimşekler kaldırım taşlarını döverken, rüzgarda savrulan yaprakların tenimdeki ağırlığını hissediyorum. Sokaklar damlalarla kalabalık, köşe başlarına sığınan yavrular kadar da ıssızdı.

Derin bir nefes alıp, adımımı attım ve sigarama uzandım... Çakmak...İşte burada! İnsan kendinin vacipli katliydi, anlayamazdım. Griliğin öteki anlamını işiterek yoluma devam ettim. Sırılsıklam olmuş bir çehre dünyaya neyi anlatır? Toprak niçin bu kadar merhametli kokar?


Kafamda dolaşan soru deryasını bir köşeye attım. Bedenim, varması gereken yere ulaşmıştı çoktan. Yorgun ayaklarım, büyülü birer cevher gibi durmadan ışıldardı. Ve ben hep kendimi olmam gereken-yakutbenöylesanyorum- yerde bulurdum. Bir fincan kahve koyup eskitilmiş odama geçtim. Küllüğümdeki izmarit, umudumun yaşını çoktan geçiyordu. Şaşırmadım... Perdelerin arasından dışarıya göz gezdirip kendi hayalimin atlasında kayboldum. Burası her şeyin başladığı yer, burası cennet ve cehennem. Burada yer yön yok. Her şey kayıp birer yolcu zaman girdabında. Gözlerim ağırlaşıyor...


Kahve bitti, dünyama hoş geldin...