Bu yazıda İhsan Oktay Anarʼın yazmış olduğu Puslu Kıtalar Atlası’nın ana teması olan hayal-gerçek çatışmasını karakterler ve üstkurmaca üzerinden kanıtlar göstererek açıklamaya çalışacağım.


​Romanda hayal-gerçek çatışmasını ilk olarak Uzun İhsan Efendi ile Arap İhsan arasında görmekteyiz. Arap İhsan’ın “(…) Cenk yaralarıyla dolu göğsü (…) cenk anında hasmını olduğu yere mıhlayan (…) en şiddetli soğuklarda bile yalınayak dolaşıp baldırlarını açıkta bırakan (…)” (s. 16) tasviri onu oldukça gerçekçi bir kaptan yaparken Arap İhsan’ın yeğeni için yaptığı tasvire baktığımız zaman onun tam tersinde birini görüyoruz: “(…) Kaftan Kafa bir dünya haritası yapma sevdasına kapılmıştı. Ne var ki bu miskin yeğen, değil dünya haritasını yapmak, dünyanın onda birini bile dolaşacak tıynette biri olamazdı. (…) Ez kaza denize açıldığında ise yeğeninin Marmara’dan çıkamayacağı kesindi. Çünkü korsan saldırısı karşısında elleri ayakları birbirine dolaşır, asla cenk edemezdi.” (s. 20) Bu tasvirler dış görünüş üzerinden olsa da aralarında bir hayal-gerçek çatışması olduğu açıktır.


Daha sonra Bünyamin ve Ebrehe arasında da bu çatışmayı görmekteyiz. Ebrehe’nin Bünyamin’e “Çok şey biliyormuşsun gibi konuşuyorsun. Ancak fazlasıyla silik birisin. Ağzından çıkan sözler beni şaşırtıyor, sanki biri bu sözleri kulağına fısıldıyor gibi.” (s. 145) demesi ve Uzun İhsan Efendi’nin oğluna yazdığı mektupta “Son derece silik ve mütevaziydin. Bununla birlikte, arada bir senin kulağına, karakterinle bağdaşmayacak sözler fısıldamadan edemedim. Çünkü düşler görmektense, boşluğun kendisine tapan insanlar karşısında küçük düşmeni istemedim.” (s. 236) diye yazması, Bünyaminʼin de pek çok kez "kahraman olamayacağım" gibi cümleler kurması aslında bir üstkurmacanın var olduğunu ve bu kurmacanın da hayal-hakikat üzerine kurulduğunu bize yeniden göstermektedir.


​Uzun İhsan’ın kör ve sağır olduğu halde sanki her şeyi duyup işittiğini romanın “Uzun İhsan Efendi’yi güden dilenci, torbası sadakayla dolu olduğu halde akşam vakti çıkageldiğinde, bu kör ve sağır adamın sanki her şeyi görüp işittiğini hayretle anlatıyordu.” (s. 105) kısmında görmekteyiz. Bünyamin’in babasını bulduktan sonra konuşmalarında Uzun İhsan’ın “Her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyada yaşamak zevkli bir şey.” (s. 127) demesinden kurmacanın Uzun İhsan Efendi’nin düşlerinden ibaret olduğunu anlamaktayız.


Postmodern romanlarda yazar kendini gizlemez, romana dahil olur. Örneğin meyhanedeyken Uzun İhsan Efendi’nin “Düşündüğüm için ben var değilim, sizler varsınız. Sizler benim zihnimdeki düşüncelerimden ibaretsiniz.” (s. 190) demesi ve oğluna yazdığı mektuptaki şu kısımda, “Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı?” (s. 237) demesi aslında romanın, yazarın bir düşünden ibaret olduğunu ve yazar bu romanı düşlemeseydi tüm bunların olmayacağını bize göstererek düş-gerçek çatışmasının üstkurmaca üzerinden işlendiğini görmekteyiz.


Sonuç olarak ilmek ilmek işlenen bu romanın aslında bir hayal-gerçek üzerinden meydana geldiğini görüyoruz. Uzun İhsan’ın “Rendekâr yanılıyor: Düşünüyorum, ama sadece ben var değilim. Düşündüğüm için asıl sizler varsınız; sizler ve içinde yaşadığınız dünya.” (s. 127) kısmında da bir eleştiri olduğunu ve bu eleştirinin de hayal-hakikat üzerine kurulu olan bu romanın tamamını kapsadığını söyleyebiliriz.



Kaynakça:

ANAR İ. O. (2020). Puslu Kıtalar Atlası, İstanbul: İletişim Yayınları.