Eserlere Gidiş-Dönüş Bileti


Şehrin hayhuyundan uzağa kaçmak isteyebilir insan ya da o kadar büyük çaplı bir değişime gitmeden yalnızca düşünce dünyasının adil kullanım kotasını dolduran o kalabalık fikirlerden uzaklaşmak ister. Böyle bir niyet ele geçirmişse zaten insanı, vakit tamam demektir.


Bu eserler için yola çıkmadan önce niyetimi belli etmek isterim. Yaşadığı dünyaya aciz aklı ve keskin gözleriyle şöyle bir bakacak olursa insan

-eğer taşlaşmış bir kalbi de yoksa- sıkıntı kaplayacaktır içini. Kaderi olan coğrafyada, kaderi öyle olduğu için mi yoksa kendi seçimleriyle mi şekillendiğini anlayamadığı hayatının içinde debelenirken gördükleri karşısında, kâh dost meclislerinde kâh kendi düşünce aleminde -lakin genelde olması gereken yerde olmayarak- bu düzene isyan edecek. İsyan düzenin işleyişinin bir parçası olmuşken yani aslında, eskilerin deyimiyle suyu dövmeye çalışırken, farklı sonuçlar elde etmeyi bekler halde bulacak kendini. Oysa Pir Sultan Abdal’ın deyimiyle, “bozuk düzenin içinde sağlam çark olmaz.”


Nihayetinde hayallerimizden kaçmadıysak hala, neyi neden yaptığıma geçmek isterim. Hayat bazen siyah, bazen beyaz ve bazen de gridir. İhsan Oktay, nasıl ki varoluş bunalımlarıyla yazdıysa bu eserleri, ben de hayatta benim üstümdekiler ve altımdakiler arasında bir yer bulma bunalımlarıyla okudum. Kavramlara manaları biz verdik biliyorum ancak çoktan söylediklerimizi unuttuk. Bugün hayatta, yetenekleriyle ve dolayısıyla buna bağlı olarak iştigal ettikleri şeylerle, insanları etkileyebilme gücüne sahip olan kişilerin eserlerindeki amacı yabana atamam veya yazarının yaşamıyla tamamen ayıramam. Bugün üreten insanlara bakış açımızdaki “onlar kusursuzdur ve hata yapmazlar” düşüncesinin yanlışlığını da aklımda tutarak -ki beşer elbette şaşar, haliyle kendimizce hata olarak gördüğümüz bir şeyden sonra her şeyi yabana atamayız-

İhsan Oktay’ın eserlerinde de toplumsal bir eleştiri yahut insanı iyiye götürmeye çalışan birtakım motifler vardır, diyorum. Bunu ararken de öküzün altında buzağı arar misali değil, bir insanın kendi bunalımlarından yola çıkarak istemsizce veya isteyerek gördüğü yanlışları dile getirerek yaptığını düşündüğümden, kafalarda soru işareti bırakmayacak cinsten kanıtlar bulduğuma inanıyorum.



İncelemeden Önce: Postmodernizm ve Metinlerarasılık


Metinlerarasılık, edebiyatta metinlerin birbirinden bağımsız olamayacağını düşünen bir görüştür. İhsan Oktay’da da bolca izine rastladığımız bu görüşün temelinde, kendinden önceki ya da çağdaş metinlere yakınlık veya zıtlık göstererek bir ilişkide bulunması yatar.


Alt başlıkları “pastiş, parodi, anıştırma” olan bu kavram, kimi zaman donanımlı bir okuyucu gerektirebilir. İhsan Oktay Anar, romanlarında metinlerarası ilişkileri kullanmıştır. Eski kitaplara göndermeler, kutsal kitaplardan alıntılar, sureler, epizotlar, çizimler, resimler, uydurma kitaplar ve yazarlar, başka kitaplara öykünmeler, masallardan ve mitolojiden alıntılar vb. ögelerin yer aldığı bu romanlarda, çeşitli metinler iç içe geçmiştir. Romanlarda verilen tarihi bilgiler, asıl öykünün zamanıyla kesişmez. Anlatıcı başkalarının ağzından duyduğu ya da başka kitaplardan öğrendiği bilgileri aktarmaktadır. Metinlerarasılık, romanlardaki kişi adlarında da kendini gösterir; kullanılan pek çok isim, dinî ya da efsanevi kimliklerden seçilmiştir. Örnek olarak: Davud'u, Efrâsiyâb'ı, Eflâtun'u, Süleyman'ı vb. verebiliriz. Böylece yazar, romanlarının gerçekçi olmadığını bir kere daha vurgulamış olmaktadır. Zaten yazarın amacı da budur. (Karlıdağ, 2012, s. 104)

 

Postmodernizm, ilk olarak 1934 yılında görülmeye başlanmış, daha sonraları İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yoğun yıkım ve ölümler ile birlikte etkisini artırmıştır. İnsanın bu büyük yıkım sonrası yaşadığı psikolojik çöküntüler, postmodernizm ile birlikte edebiyatta varoluşçuluk düşüncesini göstermiştir. Yine İhsan Oktay Anar yalnızca kişisel zevk içeren metinleri ve biraz da düşünce dünyasının getirdiği ilhamın yansımasıyla bu akımın temsilcilerinden görülmektedir. Onun romanlarında -kendisi edebiyat görüşü hakkında ketum olsa da- postmodernist düşüncelere ve bu düşüncenin yazıya dökülmüş haliyle karşılaşabiliriz.


Gerçekten de Anar, anlatma zevki için yazmaktadır. Romanlarını okurların talepleri veya düzeyine göre kaleme almak gibi bir kaygısı yoktur; yani üslubunu, konularını okurlara göre seçmez. Onun için önemli olan “anlatmanın zevki”ne erişmektir. Romanlarını bu zevki tatmak için yazar. Benzer bir kaygı, Hasan Ali Toptaş’ta da vardır. O da özellikle "Gölgesizler" adlı romanında, yazar-kahramanına anlatmanın zevki için öykü anlattığını söyletir. Aynı düşünceyi Orhan Pamuk’ta da görmekteyiz. O da roman yazmayı bir “eğlence” olarak görür. Bu, kuşkusuz son dönemde, postmodernist roman anlayışının bir ürünüdür. (Karaca, 2010, s. 19)


Kitab-ül Hiyel Eserindeki Karakterler


Yâfes Çelebi Hazretleri: Demircide çırak olarak başladığı üretim işine yaptığı icatlar ile devam eder. Hikâyenin de fitilini ateşleyen kişisi olan Yâfes Çelebi, Tesla misali -ki kitapta da ismi geçer- bir mucittir. Kübra Mızrak bu ismin seçilmesinin, boşa seçilmediğini şu şekilde ifade eder: Yâfes, Hz. Nuh’un üç oğlundan en küçüğünün adıdır. Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi adlı kitabında, “Türklerden, Hazerlerden ve daha başkalarından gelen ve Arab olmayan bütün krallar, Yâfes'in çocuklarındandırlar.” diyerek, Yâfes’in Türklerin atası olduğunu söyler.


Zekeriya Usta: Yâfes Çelebi’yi çırak olarak demirci ocağına alan kişidir. Yine kendisi, telkinleriyle Yâfes’e icatlarından vazgeçmemesini ve bu yolda ilerlemesini söyler.


Zencefil Çelebi: Yâfes Çelebi’nin "Debbabe" isimli icadına ortak olup zengin olmayı planlar fakat sonradan icadın tüm yüzdelerine sahip olsa da işler yürümez ve batar.


Kara Calûd: On dört yaşındayken köle pazarından güçlü olması ancak aklının da biraz kıt olması sebebiyle Yâfes Çelebi tarafından satın alınır. İkinci hikâyeye ismini verecek olan Calûd, dünyaya ve insanlara karşı yoğun bir öfkeyle doludur. Yâfes Çelebi’nin yanında çalışırken hiyel alemine merak salmış ve kendini bu konuda geliştirmiştir.


Uzun İhsan Efendi: Aslında İhsan Oktay’ın diğer kitaplarında da görebileceğimiz ve İhsan Oktay’ın kendisini temsil eden Uzun İhsan Efendi bu kitapta, on bir tane evlatlığı olan hiyel kalemi reisi rolündedir. Daha sonraları elinden alınacak olan Davud da hikâyenin başında kendisiyle beraber yaşamaktadır.


Davud: Sessiz sakin ve ne olursa olsun ağlamayan Davud, Yâfes Çelebi tarafından Uzun İhsan Efendi’nin elinden kaçırılır.


Üzeyir Bey: Son hikâyeye adını veren Üzeyir Bey, Kara Calûd tarafından insanlardan nefret etmesi ve onlardan korkması üzerine bir politikayla yetiştirilir. Kendi başına kaldığı zamanlarda düşüne düşüne kendinden geçer ve bildiği her şeyi unutur. Hikâye de onun, olanları hatırlamak istemesi üzerine araştırmaya başlamasıyla açığa çıkar ve son bulur.

 


Kitab-ül Hiyel Özeti


“Yâfes Çelebi Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır” ismini alan ilk bölümde, demircide çalışmaya başlayan Yâfes Çelebi yaptığı değişik silahlarla tepki çeker ve “namertçe” bulunan bu silahlar yüzünden dışlanır. Daha sonra hiyel (aldatmacalar) alemine merak salan Yâfes Çelebi, kendisine Çelebi dedirtecek kadar bu işte kendini geliştirir ve bir kâr amacı gözetmeksizin kendini icatlara adar. Debbabe, kallab, tahtelbahir gibi askeri icatları yapan Yâfes Çelebi, günü gelir saksağan kuşlarının yuvalarında sakladığı değerli eşyaları satarak geçinir, günü gelir yaptığı icatlarla insanları kandırarak. Son icadı ile ölümün eşiğinden dönen Yâfes Çelebi, zamanında satın aldığı köle Calûd’a vasiyette bulunarak ve bazı şartlar ortaya koyarak onun bu işlere girmesine göz yummuş, kendisi ise hiyel ilminden elini eteğini çekmiştir.


“Kara Calûd’un Hal Tercümesinin, Hiyel ve Hiylelerinin ve Görülebilen Diğer Menkıbelerinin Bildirilmesi Hakkındadır” ismini alan ikinci bölümde, on dört yaşında Yâfes Çelebi tarafından köle olarak satın alınan Kara Calûd, heybetli ve güçlü yapısı ile Yâfes’in işlerini kolaylaştırmış, ustasının “iktidar taşı”nın gizemini söyleyeceği hayaliyle ne dediyse yapmış, en sonunda bu yoldaki işkence ve eziyetlerden sonra öfke ruhuna hakim olmuş ve bu öfkesini tüm insanlığa yöneltmiştir. En büyük hayali, çocuklarıyla dünyada hüküm sürmek olan Calûd’un bu isteği yerine gelmemiş ve yetmiş iki tane ölü bebek sahibi olmuştur. Çocuk sahibi olamayacağını anlayınca mühendishaneden yanına Üzeyir isimli bir çocuğu almış ve onu insanlığa karşı korkuyla büyütmüş, ayrıca evden dışarı hiç çıkarmamıştır. Yılan gibi gidecek bir makinenin tüm çizimlerini ve işleyişini Üzeyir’e öğretmiş ve vasiyet olarak bu makineyi tamamlamasını istemiştir.


“Devri Daimin Sırrını Çözen Üzeyir Bey’in Hal Tercümesi ve Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarını Beyan Eder” ismini alan son bölümde, Üzeyir Bey, Davud’un da evine geri dönmesiyle tek başına kalmış ve bu tek başınalık yolculuğunda bizlere de hikâyenin gizemini göstermiştir. Yalnızlıktan dolayı kendi düşünceleriyle baş başa kalmış ve sonunda kendinden geçerek bildiği her şeyi unutmuştur. Bu bilinmezlik içinde geçmişteki hikâyeleri ve o hikâyelerdeki insanların neyi, niçin yaptığını anlamış ve kırk iki yılda bir görülen iktidar taşının hikâyesi ile bizlere veda etmiştir.


İspat Açısından Kitab-ül Hiyel ve Kavramları


Osmanlı döneminin siyasi ve kültürel yapısını arka planda -yoğun olarak olmasa da- işleyen bu eserde, Nizam-ı Cedid gibi yenileşme hareketlerini ayrıca Alemdar Mustafa Paşa’nın tahta istediği padişahı getirmesini görebiliyoruz. Bu iklimde Yâfes Çelebi, icatlarını hep askeri alanda düşünmüş ve yapmaya çalışmıştır.

Genç bir hükümdarın tahta geçişini anlatan iktidar taşı (rosetta taşı) bu eserde metafor olarak kullanılmış ve ona dokunan kişinin iktidarı kaybedeceği anlatılmıştır. Yine Kara Calûd ustası, Yâfes Çelebi’den bu taşın sırrını istemiş, Yâfes Çelebi ise bir şart ile kabul etmiştir. Kitabın sonunda öğrendiğimiz üzere Kara Calûd’un kafasına kazıdığı ve ona “iktidarı kafanda ara” demesi üzerine Calûd’u sinirlendirip kendi ölümünü getirdiği bu taş aslında kapalı bir pistondur.

Her ne kadar tarihsel ve bilimsel motifler içerse de, kurulan bu evrende olayların yaşanması için gerekli şartlar sağlanmıştır. Yani yazarın anlatmak istediği şeyler için bir kural tanımazlık veya kendi kurallarını koyma durumu vardır. Yine insanının iktidar hevesini ve bu bağlamda oluşan sonsuz kibrini anlatan yazar, dolayısıyla günümüz dünyası içinde sorunların temel kaynağını göstermiş ve dolaylı veya doğrudan buna parmak basmıştır.


Her ne kadar diğer kitaplarına göndermeler içerse de kitabın kendi kronolojik sıralaması açısından bakıldığında aslında insanın üç farklı evresini anlattığını söyleyebiliriz. Bir heves ve hırs ile başlayan -her ne kadar iyi niyetli olsa da- bu hiyel aleminde insanın zamanla iktidar hırsının esiri olduğunu ve başına gelen nice musibete rağmen kendini ermiş gösteren ancak gözlerini kör eden kibri ile, gerçekleri görmekten uzaklaştığını daha sonra ise telafisi olmayan tek şeye karşı, yani zamana karşı bu savaşı kaybettiğini anlıyoruz.


Hikâyenin ana konusu olan, ayrıca kahramanlarımızın hayali olan ve devri daim eden şey ise aslında insandır çünkü binlerce yıl içinde, milyarlarca insan gelip geçmiş ancak her insan ilkel hırslarının esiri olup ilk insan Adem’in döngüsünden farklı bir aşamaya geçememiştir. Bir yazarın hayal dünyasından yola çıkarak aslında hiyel diyerek aldatmacalar olarak gördüğü bu dünya aleminde esasen eleştirinin en derin olanıyla karşılaşıyoruz. “Bir nal bir atı kurtarır, bir at bir yiğidi ve bir yiğit de bir vatanı” sözü gibi domino taşı etkisi üzerinden bakılırsa, görülecektir ki bir insanın eleştirisi tüm insanlığa ve tüm toplumlara yapılan bir eleştiridir. İhsan Oktay bize bu üç bölümden oluşan romanında varoluş bunalımlarının yanında bunu da göstermiştir.


Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri Eserindeki Karakterler


Cezzar Dede: Torunlarına hikâyeler anlatırken "Ölüm" onun canına almaya gelir ancak direkt canını almayıp ona bir oyun oynamayı teklif eder ve böylece birbirlerine hikâyeler anlatmaya başlarlar. Bu hikâyeler ise kitabın içeriğini oluşturur.


Ölüm: Uzun İhsan’ın canına almaya Cezzar Dede ile birlikte giderken birbirlerine hikâye anlatırlar, Uzun İhsan sürekli elinden kaçar ve haliyle hikâyelerin sayısı da artmış olur.


Uzun İhsan: Diğer kitaplarda olduğu gibi bu kitapta da karşımıza çıkan Uzun İhsan hikâyeye göre eceli gelmiş biridir ve Ölüm’den sürekli kaçmaktadır. Diğer kitaplarda olduğu gibi burada da yoğun bir şekilde yer almasa da hikâyede kilit bir roldedir.


Alyanak: “Güneşli Günler” hikâyesinde karşımıza çıkan ve resme yeteneği olan bir çocuk. Kalpleri ısıtan bir gülümsemesi vardır.


Aptülzeyyat: “Dünya Tarihi” hikâyesinde bir tacirdir. Gördüğü rüya sonucu tüm mal varlığını satıp Salih Dede’nin isteği üzerine onu aramaya koyulur.


Kallioğullarından Hamdi: Anadolu’da define hikâyeleriyle büyüyen ve artık elli yaşında olan ayrıca pek de iyi gitmeyen bir evliliğe ve eli maşalı bir kaynanaya sahip bir adam. “Bidaz’ın Laneti” hikâyesinde karşımıza çıkıyor.


Gülerk: “Gökten Gelen Çocuk” hikâyesinde aslında Klark Kent yani Superman’in hikâyesinin bu kitaptaki karşılığıdır. Yazar zaten ilk bakışta anlaşılacak bu gönderme ile onun hikâyesini anlatır.


Zeynelabidin: Çocuk sevmeyen biridir. “Şarap ve Ekmek” hikâyesinde karşımıza çıkıyor.


Salih Dede: En karmaşık ve uzun hikâye olan “Dünya Tarihi” hikâyesinde karşımıza çıkan Salih Dede, Aptülzeyyat’ın rüyasına girerek ondan tüm malvarlığını satmasını ve kendisini Acıpayam’da bulmasını söyler.


Zekeriya Dede: “Bir Hac Ziyareti” hikâyesinde elden ayaktan düşmek üzere olan Zekeriya Dede, köye yeni gelen imamla beraber hac ziyaretine gitmek üzere yola çıkar ancak kendini Hindistan’da bir tapınakta bulur.


Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri Özeti


“Güneşli Günler” hikâyesi ile Ölüm, ilk hikâyeyi anlatmaya başlar, bu hikâyede Cumhuriyet döneminde, oldukça yerilen bir eğitim sistemi ve bu sistemdeki bir çocuk anlatılır. Alyanak lakaplı bu çocuk okula yeni gelen ve kansızlık çeken bir müdürün yardımcısı ve aynı zamanda resim hocası olan kadın tarafından kanı müdüre aktarılarak yani kanı emilerek en sonunda ölür. Resim hocası tarafından -Kont lakaplı müdür, bari resimlerde güneşi görebilsin diye- güneşin doğuşunu çizmesini istenmesine rağmen, mevsimden dolayı bunun için tek bir fırsatı olur ve o resimde de güneşi tepede çizmez. Daha sonra okulun duvarına asılan bu resmi kim görse, yüzünde istemsizce bir gülümseme oluşur.


“Bidaz’ın Laneti” aslında bize Yunan mitolojisinden bildiğimiz, dokunduğu her şeyi altına dönüştüren Kral Midas’ı hatırlatıyor. Cezzar Dede’nin anlattığı bu hikâyede, yine bu şekilde lanetlenen ve kızının saçını okşarken onu altına dönüştüren daha sonra refleks olarak elini alnına götüren ve kendisini altına dönüştüren bir kişinin hazinesini aramak için, Kallioğullarından Hamdi ve bir defineci yola çıkıyorlar. Bidaz’ın lanetini çözen bu ikili onu canlandırır ve kendini hâlâ kral sanan Bidaz tarafından saldırıya uğrarlar, damadına güvenmeyip arkasından gelen kaynana ise Bidaz’a arkasından saldırır ve onu öldürür ancak son anda Bidaz’ın eli ona değer ve altına dönüşür. Hamdi altını satar ve zengin olur.


“Bir Hac Ziyareti” adlı hikâyeyi Ölüm öfkelendiği ve hikâye anlatmak istemediği için yine Cezzar Dede anlatıyor. Diyarbekir’de Divanan köyünün yaşlı ve artık iş yapamaz hale gelmiş imamı biraz emrivaki, biraz rica ile görevinden ayrılır. Köylünün daha önceden köye imam olsun diye eğitime gönderdiği yeni imam ise köylülerin beklentisini karşılamaz ve ondan memnun olmazlar. Belki akıllanır diye imama lütuf gibi göstererek onu hacca yollamak isterler. Yanına da köyün huysuz ihtiyarı ve onun küçük bir canavar gibi her şeye saldıran ve zincire bağlı olan torununu verirler. Yolculuk esnasında ise maraz çıkardıkları için otobüsten atılırlar ve imam olan İlimdar, başı önde düşünmeye başlar. Daha önceden okuduğu bir kitaptaki anlatılar onu cezbetmiştir ve dedeyle çocuğun haberi olmadan onları Hindistan’a götürür. Çocuk ise çoktan tapınakta, erenlerden olmuş ve bağdaş kurmuş halde yerden yükseğe uçmuştur. Bu durumdan dolayı hayal kırıklığına uğrayan İlimdar ise kendisinin bunca eziyeti çekmesine rağmen çocuğun birden böyle erenlerden olması karşısında ümitsizliğe kapılır ve dedeyle geri döner. Geri dönüş yolunda ormanda inen İlimdar, çocuğun tapınakta söylediği ilahinin kaydını dinleyerek düşünmeye devam eder.


Hikâyeyi beğenmeyen Ölüm, daha esaslı olduğuna inandığı “Dünya Tarihi” adlı hikâyeyi anlatmaya başlar. Bu hikâyede Aptülzeyyat adlı tüccar bir gün rüyasında Salih Dede’yi görür ve Salih Dede ona tüm mülkünü satıp kendisi bulmasını ister, başlangıçta buna inanmayan Aptülzeyyat işlerinin sıfırlandığını görünce mecburen her şeyini satar ve Acıpayam’da Salih Dede’yi bulmak üzere yola koyulur. Daha sonra o yöredeki insanların Salih Dede’nin olduğu dağa çıkmaması tavsiyelerine rağmen yola koyulur. Türlü mücadeleden sonra dağın tepesine ulaşan Aptülzeyyat boş bir kulübeye girer ve kimseyi bulamadığı için öfkelenir. Parasız pulsuz ne yapacağını bilmez bir halde düşünürken kulübede kapaklı bir kuyu görür ve bir yıl boyunca besleyip büyüttüğü bir öküz sayesinde kapağı açar, kuyuya baktığında kendi yansımasını görünce bir aydınlanma yaşar ve “Aslında Salih benmişim,” der. Daha sonra bir döngü veya bir paradoks olarak adlandırabileceğimiz bir olay yaşanır, Aptülzeyyat kulübede uykuya dalar ve bir tüccarın rüyasına girer, ona her şeyini satmasını ve kendisini bulmasını ister.


Cezzar Dede’nin anlattığı “Ezine Canavarı” adlı hikâyede, Hamiyet adlı bir kadın ve onun dört bekar kızı ile bir kasabın dört erkek evladının evlenmesi için çöpçatan vasıtasıyla görüşmeleri anlatılıyor. Türlü hazırlıklardan yoğun bir şekilde geçmelerine rağmen erkek tarafının evinde bir odada duran ve canavar diye tahmin edilen belki de büyük bir fare ya da sıçan, mahallenin dedikoducu kadını tarafından öğrenilir ve bu dedikodunun yayılması yüzünden evlilik işi bitmesin diye canavarı öldürmek için harekete geçen kasap ve dört oğlu hem başarısız olur hem de evlerini ve altında bulunan dükkanlarını yakarlar. Canavar ise evden kaçar ve Hamiyet hanımın evinde kendine bir yer bulur.


Sıra Ölüm’e gelince “Hırsızın Aşkı” adlı hikâyeyi anlatmaya başlar. Yedi nesildir hırsızlık yapan ve hırsızlık yapmak istemeyenin zorla hırsızlığa, kapkaça, yankesiciliğe yönlendirildiği bir sülalede Fezai adlı bir genç, dedesinin zoruyla bir keman çalmaya gönderilir, zor zamanlardan geçen aile için bu kemanı satmak oldukça rahatlatıcı olacaktır ancak Fezai kemanı çaldıktan sonra, onu dedesine vermez ve bu sefer onu gerçekten çalmak ister ve akrabasından keman dersleri alır. Kemanı o kadar çok sever ki gören sanki kemanla birbirlerine âşık olduklarını söyleyebilir. Daha sonra bir punduna getirilip Fezai’nin kemanını satarlar, Fezai ise kemanını tekrar almaya gider ve onu tekrar çalarak bir binanın tepesine çıkar, peşine takılanlar olduğunu görünce onu bir kenara bırakır ve intihar eder. Daha sonra kemanı bulurlar ve onun içli içli ağladığını görürler.


Bu hikâyeden sonra Cezzar Dede “Şarap ve Ekmek” adlı hikâyeyi anlatmaya başlar. Hayırsız evlat Zeynelabidin, anasının tüm ısrarlarına rağmen ne kadar güzel, iyi ve hamarat olursa olsun hiçbir kızla evlenmeyi istemez çünkü kendisi oldukça düzenli ve tertipli biridir. Dolayısıyla evlilik hayatının ve doğacak çocukların tüm bu düzenini bozacağını ve onu mutsuz edeceğini düşünür. Bir gün Cuma hutbesinde imam, Sefa’nın çocuklar hakkındaki konuşması esnasında onun ağlayarak kendinden geçtiğini görür ve bu durum onu düşüncelere gark eder. Meyhaneye gittiğinde imam Sefa’nın içtiğini ve sürekli ağladığını görür ve onun hikâyesini meyhaneciden dinlemeye başlar. Kimseye hayır diyemeyen Sefa, bir gün kapısını çalan ve ona kucağındaki bohçanın içindeki bir çocuğu veren kadına da hayır diyemez ve ister istemez bir kız sahibi olur. Ancak bu hayata alışkın olmayan Sefa, kendi süt ninesine yalvar yakar bu kızı emanet eder ve ona bakmasını ister. Süt ninesi kızı çok iyi yetiştirir ve onu babasının hayatını düzene sokması için geri gönderir, yolda ninesinin yememesini tembih ettiği elmaları yiyen kız ise bu yüzden kısa sürede ölmeye mahkûm olur. Babasına, ölümüne kadar zayıflamasını ve o cennete doğru uçarken ona tutunmasını ister. Bu doğrultuda ilerleyen Sefa ise kızının cennete uçacağı gün ise nefsine yenik düşer ve tüm emeğini hiçe sayarak bir tepsi kebap yer. Kızı cennete uçarken onunla gidemeyen Sefa ise bu yüzden her gün içip içip ağlamaktadır. Bu hikâyeyi dinleyen Zeynelabidin tüm ön yargılarını kırar ve evlenmeye karar verir.


En son hikâyeyi ise Ölüm anlatır ve bu hikâyenin adı da “Gökten Gelen Çocuk”tur. Bu hikâye aslında bir süper kahraman olan Superman’in biraz değiştirilmiş halidir. Çocuk sahibi olamayan bir çiftin şimşek çakması sonucu bahçelerine düşen bir leyleğin dolaylı olarak getirdiği çocuğu evlat edinmesiyle başlayan hikâyede, yine Superman’in kostümü gibi bir kostümü babasından alan Gülerk, annesinin ise kız evlat istemesi sebebiyle getirdiği dayatmalar sonucu gizli olarak bunu giyer. Babasının da en iyi olmasını istemesi sebebiyle getirdiği dayatmalar ile bu sefer ikisi arasında kalır. Annesinin zoruyla bir gazetecide tıpkı gerçek Superman gibi çalışmaya başlayan Gülerk en sonunda bu dayatmalara dayanamaz ve bir minareye çıkar. Babası, benim oğlum uçar diyerek ona atlamasını söylerken annesi onu vazgeçirmeye çalışır. Gülerk ise intihar eder ancak atladıktan sonra onu bir leylek yakalar, leylek ona ağırlığını atması için ağlamasını söyler ve kendisi ağlayarak cennete giden ilk çocuk olur.


Kitabın sonunda ise Ölüm, Uzun İhsan’ı yakalayamaz ve ablası Uyku yüzünden onu yakalamaktan vazgeçer. Cezzar Dede’nin canını almadan torunları ile bir oyun oynar ve yüzündeki mühür parçalanıp gülümser. Cezzar Dede ise hayatına devam eder.


İspat Açısından Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri ve Kavramları


Bu hikâyeleri birbirlerine anlatırken Ölüm ve Cezzar Dede, Uzun İhsan Efendi'yi aramaktadırlar. Ancak ne var ki Uzun İhsan Efendi bazen şans bazen de planlı olarak sürekli olarak onlardan kaçabilmektedir. Hikâyeleri ise birbirlerine bir tema ekseninde anlatırlar, bu temalar sırasıyla; korku, din, aşk, cennettir. Ölüm, hikâyeleri dinledikçe düşüncelere dalar ve Cezzar Dede’nin ondan daha fazla yaşamak için zaman istememesini anlayamaz. Yüzüne vurulan duygusuzluk mührü ile her ne kadar etkilenmeyeceğini söylese de zaman geçtikçe bu mühür hikâyelerin getirdiği düşüncelerle zorlanır.


Sinema veya çizgi roman evrenlerinde bahsi geçen yani oyuncunun bir filmde oynadığının ya da bir karikatürün parçası olduğunun farkında olmamasını sağlayan ve aşamadığı dördüncü duvarın bazı kahramanlar tarafından aşılması gibi İhsan Oktay da, metinlerarasılık duvarını aşmış ve aslında metnin içindeki hikâyelerle, metnin anlatımı esnasında kahramanlarımızı karşılaştırmıştır. Örneğin, Ölüm ve Cezzar Dede Uzun İhsan’ın peşinden giderken bir eve girer ve orada ilk hikâyedeki Alyanak gibi tarif edilen ve güneşin doğuşunun resmini yapan bir çocuğa rastlarlar. Yani metin kendi içindeki hikâyeye atıfta bulunur. Yine yolda giderken, “Ezine Canavarı” hikâyesindeki gibi dört kız kardeşin dört erkek kardeşle bir düğününe rast gelirler.


İhsan Oktay diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da oluşturduğu evren hakkında görebileceğimiz net kurallar koymadığı için genel yapı hakkında bir şeyler söylemek oldukça zorlaşıyor. Yine de en yoğun anlamların ve çıkarımların yapılabileceği eser olarak Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’ni görüyorum.


Kırmızı Başlıklı Kız, Superman, Ölüm gibi konulara değinen İhsan Oktay’ın yine bu hikâyelerinin içinde Aptülzeyyat’ın dönüp dolaşıp kendi rüyasına giren Salih Dede olması gibi paradokslara rastlayabilirken, Cumhuriyet dönemi okullarının korkunç müdürlerinin kan emici olduğunu anlattığı bir eleştiriye de rastlayabiliyoruz. Mizahla, ironiyle ve tarihle süslenmiş bu hikâyelerde dini, kültürel ve toplumsal eleştirilere de rastlıyoruz. Bunların yanında budist bir tapınağa giden bir imamla da karşılaşabiliyoruz. Yine hikâye evreninin kural tanımazlığı da, belki de bizim kalıplara soktuğumuz insanlar hakkında, doğrudan bize yapılan bir eleştiri olarak farklı düşünmemizi temsil ediyor olabilir.


Puslu Kıtalar Atlası Karakterleri


Arap İhsan: Bir korsan olan Arap İhsan, yanında Alibaz ile şehre döndüğünde başlıyor hikâye. Arap İhsan geceyi geçirmek için Uzun İhsan’ın yanına gidiyor.


Uzun İhsan Efendi: Bir kâşif olmak istiyor ancak hayallerini gerçekleştirecek hikâyesi yok. Kendisi Rendekar’ın (Descartes) “Düşünüyorum öyleyse varım.” sözünden etkileniyor ve uykusunda dünyayı gezmeye çalışıyor.


Bünyamin: Uzun İhsan Efendi'nin oğlu. Babasının verdiği Puslu Kıtalar Atlası adlı kitapla beraber maceraya atılıyor.


Kubelik: Eski bir kâtip ve kâtiplikten atılınca dişçi oluyor. Kadavralar üzerinde çalışmalar yapıp bununla ilgili bir kitap yazıyor.


Vardapet: Lağımcı ustası ve Bünyamin’i yanına alarak savaşlarda lağımcılık yapmak için yola çıkıyorlar.


Alibaz: Uslanmaz ve aşırı yaramaz olan Alibaz, zamanla bir çocuk çetesi kuruyor ve üzerinde kırmızı bir el olan bayraklarıyla halka kan kusturuyor. Kendisine İhsan Oktay’ın bir kitabına da ismini veren Efrâsiyâb deniyor.


Utarid: Bünyamin’in amiri görevinde, Hınzıryedi’nin yanında bulunurken ona göz kulak oluyor ve işi öğretiyor.


Hınzıryedi: Dünyanın en usta yüz değiştiren kişisi. Makyaj yapıp farklı kişiliklere bürünebiliyor ancak yakalanıp idam edilecekken bir ferman ile kurtuluyor daha sonra “Büyük Efendi” Ebrehe’nin ona çaresiz bir hastalık verdiğini ve ilacının onda olduğunu sanarak onun hizmetine giriyor ve dilencilerin başı oluyor.


Zülfiyar: Bünyamin’in kurtarmak üzere göreve yollandığı kişi. Zülfiyar’ın taşıdığı siyah madeni para oldukça önemli olduğu için Osmanlı ordusu kış günü sefere çıkartılıyor.


Ebrehe (Büyük Efendi): Kitabın ve dolayısıyla tüm hikâyenin kilit noktasını oluşturan Ebrehe, Osmanlı’daki bir istihbarat teşkilatının başında yer alıyor. Zaman içinde padişah bile varlıklarına inanmaz hale gelince başına buyruk bir havaya bürünüyor ve yalan belgelerle istediğini yapar hale geliyor. Bir gün Mehdi’nin gelip kendini öldüreceğini ve kurtuluşun da o siyah madeni parada olduğunu düşünerek tüm olayları başlatıyor.


Puslu Kıtalar Atlası Özeti


Beş bölümden oluşan kitap, Bünyamin’in babası Uzun İhsan’ın günlerce uyumasını sağlayan şurubun tamamını içip öldü sanılmasıyla başlıyor. Bünyamin aslında kitaptaki maceraları yaşayacak kudrette olmamasına rağmen zorda kaldığı her anda babasının verdiği ve adını Puslu Kıtalar Atlası koyduğu kitaptan bir cümle okuyarak yoluna devam edebiliyor. Lağımcı Verdapet ile birlikte Zülfiyar’ı kurtarmak için gidiyorlar ve Verdapet’in ölmesine rağmen onu kurtarıyorlar. Zülfiyar siyah madeni parayı son anda Bünyamin’e veriyor ancak Bünyamin savaş esnasında tanınmaz hale gelince onu hain ilan edip aramaya başlıyorlar. Bundan korkan Bünyamin ise İstanbul’a geri dönüyor.


Uzun İhsan Efendi kitapta Rendekar adıyla geçen Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım.” sözünden etkileniyor ve aslında yazarın kendisini temsil eden Uzun İhsan Efendi, Descartes’in yanıldığını ve aslında kendi düşündüğü için her şeyin var olduğuna kanaat getiriyor. Bu süreden sonra mistik güçleri olan ve zihinlere girip geleceği görebilen Uzun İhsan Efendi, hikâyedeki kilit anlarda bu güçlerini kullanarak hikâyenin devamını sağlayacak hamleler yapıyor.


Elinde geleceği gösterdiğini sandığı bir alet bulunan Ebrehe yani Büyük Efendi, Hınzıryedi adlı bir hilekârı kurtarıp onu dilencilerin başı yapıyor, böylece ülkede dolaşan paranın çoğunu tek tek kontrol etme fırsatı eline geçiyor. Zamanı gittikçe daralan Ebrehe iyice telaşlanıyor ve bu esnada Bünyamin babasını bulmak için Hınzıryedi’nin dilencilerine katılıyor.


Bünyamin en sonunda babasına kavuşuyor ve Uzun İhsan Efendi ondan kendisini bir varile koyup bırakmasını istiyor. Daha sonra Ebrehe’nin yanına giden Bünyamin tüm hikâyeyi ondan dinliyor ve Ebrehe’nin paranın onda olduğunu bildiğini öğreniyor. Ebrehe, Mehdi’nin geleceği gün, tariflere tam tamına uyan birini yakalatıyor ve ona işkence edecekken bunun düşman ülke istihbaratının bir oyunu olduğunu öğreniyor ancak inanmıyor. İşkenceci olarak gelen ve öleceksin denilerek kandırıldığını fark eden Hınzıryedi ise tüm teşkilatı yok edip Ebrehe’yi öldürüyor. Bünyamin’i de öldürmek istiyor ancak uğursuz sayılan ve geçmişte Bünyamin’in yardım ettiği bir dilencinin bahçeye girmesiyle üzerine şimşek çakıyor ve ölüyor. Kitabın sonunda ise Uzun İhsan Efendi, yani İhsan Oktay Anar varoluş bunalımlarını satırlara aktarıyor.


İspat Açısından Puslu Kıtalar Atlası ve Kavramları


İhsan Oktay Anar’ın ilk kitabı olması özelliğini taşıyan Puslu Kıtalar Atlası, aynı zamanda yazarın, işin mutfağından çıkıp kendini satırlara en çok döktüğü kitabı. Daha sonraları diğer kitaplarında da göreceğimiz Uzun İhsan Efendi karakteriyle aslında varoluş bunalımlarını bizlere anlatıyor. Diğer kitaplarının aksine bu kitapta düşüncelerini bir perde arkasından değil direkt olarak bizlere söylüyor.


Felsefe mezunu olan ve yine bu alanda ilerleyip akademisyen olan İhsan Oktay, bu hayatının getirdiği ve etkilendiği açıkça belli olan Descartes’ın meşhur sözüyle kitabın ve hatta kitaplarının temasını belirliyor yani “Düşünüyorum öyleyse varım.”


Puslu Kıtalar Atlası, bizlere sunduğu evrende oldukça mistik bir hava veriyor. Uzun İhsan Efendi’nin “İstersem şu gemiyi komple yok edebilirim çünkü o benim sadece düşüncemde var.” sözleriyle de bunu oldukça belli ediyor. Yine de kader anlayışından uzaklaşmadan, Bünyamin’in kitaptan rastgele sayfalar okuyup onu doğru seçimi yapmaya yönlendiriyor. Bu sayede olayların kendisinin bir öneminden çok, yazarın düşünce dünyasına giden yolda devam edebiliyoruz.

Macera, sona erdiğinde roman kahramanı dünya kitabı Puslu Kıtalar Atlası’nı okumuş, hayatı iyi ve kötü yönleriyle bizzat yaşayarak tanımış ve erdeme ulaşmıştır. Bu nedenle Puslu Kıtalar Atlası, esas itibarıyla insanın asıl bilgiye ya da erdeme ulaşmak için çıktığı hayat yolculuğunda -ki bu, dünya kitabını okuma yolculuğudur- şeytan tarafından aldatılmaya, yok edilmeye çalışılması ve kahramanın şeytanı (kötülüğü) alt etmesi temasını işleyen felsefî bir romandır. (Karaca, 2005, s. 104)

 

Bir bütün olarak ele aldığımızda diğer iki kitabın da başlangıcı sayılabilecek olan Puslu kıtalar Atlası, özellikle yazarın üslubunu gösterdiği ve yine sonradan baktığımızda bunun üzerine koyarak ilerlediğini gördüğümüz ilk romanı. Tarz olarak pek değiştirmediği şeyler olmakla beraber İhsan Oktay temsil ettiği değerler ve izlediği yol açısından nerelerden gideceğini bizlere önceden gösteriyor.


Bir eleştiriye ulaşmak bakımından yine bu romanda da metnin temasından ziyade yazarın yer yer değindiği ve belki de okurken geçtiğimiz kısımlarda bu duruma rastlayabiliyoruz. Esasen insanın belli bir yola girdiği bu kitapta zaten gittiğimiz yol eleştirilmektedir.


Bir Varmış Bir Yokmuş


Bizlere Puslu Kıtalara Atlası’nda, “ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus ve ehli işret ve ebab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan edilen” Kitab-ül Hiyel’de ise Seyis Ali Efendi, Köse Bekir Efendi, Tiryaki Beşir Bey, Kız Halil Çelebi gibi isimlerin yanı sıra “raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar tarafından kâh hayretü minnet, kâh nefretü ibretle rivayet ve hikâyet edilen” bu eserlerde günün sonunda geldiğimiz yer neresi?


Postmodernlikten bahsederken onun çıkış noktalarını ve geliştiği zeminlerin yanı sıra aslında edebiyatta ne denli bir etki yaptığını da gördük. İhsan Oktay Anar’ın eserlerinde belki her tattan biraz var ancak kesinlikle bir sınıflandırma yapılacaksa postmodernist bir roman olmaktan başka bir sınıfa giremez. Anlattığı hikâyeler önemsiz yahut saçma göründüğünden değil ancak yazarın ilk romanı olan Puslu Kıtalar Atlası’nda kendine rehber yaptığı Descartes’tan bu yana gittiği bir yol var ve aslında eserlerinde yer alan kahramanlar onun bu yolda kullandığı bir araç. Gerek metinlerinde evreni net bir şekilde oluşturmaması gerek zaman kavramını dahi tam olarak bilmememiz aslında önemli olan tek şeye yönlendiriyor bizi yani varoluşçuluğa.


Tüm bunların yanında İhsan Oktay belki yersiz görülse bile Superman’i alıp olduğu gibi kullanabiliyor. Genelde ise bizi bir sona doğru alıştırmasına rağmen “twist” yaprak aslında sağ gösterip sol vuruyor ve kendi mistik evreninde hikâyeyi gerçekçiliğe bağlamaya çalışarak belki de bir hayal kırıklığı oluşturuyor.


İnsanın arzuları ve isteği değişebilir, haliyle bir beğeniyi kazanmak ve doksanlar sonrası en çok okunan yazarlardan biri olmak zordur, bu beğeniye bizleri içine çeken metinleriyle ulaşan İhsan Oktay yine insanın var olduğu her şeyde sorun olduğu için bunlara değinmeden edemiyor. Her ne kadar sanatçı kişiliğini anlatırken ketum biri olsa da aslında biz Uzun İhsan Efendi’den veya metinlerde yer yer bahsettiği temalardan onun kişiliğini anlayabiliyoruz.


Genel olarak ayrı ayrı incelenen ve çözümlemesi yapılan bu eserler hakkında tasnif harici tek bir yorum yapmak olanaksız. Belki ait olduğu postmodern sınıf dolayısıyla bu zorlaşsa da İhsan Oktay Anar, mizahı ve ironiyi kullanarak kültürün, tarihin ve gerçekliğin çerçevesinde, hayal dünyasından izler taşıyan bu eserlerinde hem kişisel hem toplumsal şeylere değinmiş, belki ana temayı oluşturmasa da taşı gediğine oturtacak şekilde eleştiride de bazen doğrudan bazen dolaylı olarak bulunmuştur.


KAYNAKÇA

Ecevit, Yıldız. Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006.

Koçakoğlu, Ahmet. “İhsan Oktay Anar, Hayatı-Eserleri-Sanatı”. Yüksek Lisans Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi, 2008.

Karlıdağ, Esra. “İhsan Oktay’ın Romanlarında Metinlerarası İlişkiler”. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (2012 Güz, 17):

101-117

Karaca, Selda. “İhsan Oktay Anar’ın Romanları Üzerine Bir Araştırma”. Yüksek Lisans Tezi. Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 2010.

Yalçın, Dilek. Yeni Tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları, Ankara: Akçay Yayınları, s. 159

Mızrak, Kübra. “İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel Adlı Eserinde Metafor”. Yüksek Lisans Tezi. Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi, 2017

Karaca, Alaattin. “İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası Adlı Romanının Olay Örgüsü, Fantastik Özellikler ve Tema Bakımından İncelenmesi”, Arayışlar, S. 14, Yıl: 2008, s. 93-108.

Anar, İhsan Oktay. Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri. İstanbul: İletişim Yayınları, 2017 ———————. Kitab-ül Hiyel. İstanbul: İletişim Yayınları, 2017

———————. Puslu Kıtalar Atlası. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015