Her gün mahkumlara bakıp kıymetini anlıyorum çoğu şeyin. En çok da özgürlüğümün ve annemin. Bir gün mesai bitti, akşam yemeğini yedim, çay aldım, bir de sigara yaktım, oturdum cezaevinin bahçesinde. Bu hayatta en önemli şey nedir diye sordum kendime, tek cevabı inanın şu: ÖZGÜRLÜK. Sabah uyandığınızda size başkasının ne yapmanız gerektiğini söylemesinden daha kötü çok az şey vardır; belki de yoktur, bilmiyorum. Kıymetini anladım özgürlüğümün. Meğer ben fazlasıyla özgürmüşüm. Yediğim önümde, yemediğim ardımda. Bak ulan neler yaşıyor insanlar... Görüş günü içim parçalanırdı o çocukların koşarak “baba” diyerek sarılmalarına. Mahkumları hastaneye/adliyeye götürürken yarım metrekare camdan bakıp elleri kelepçeli, cama parmak uçlarıyla dokunup iç geçirdiklerini gördükçe, yolda giderken bir akrabasını görüp seslendiklerini gördükçe dik durup, doğru karar verip böyle olmayayım; sakin, sessiz bir hayatım olsun, huzurum olsun yeter dedim. Böyle düşündüm. Ne ister ki bir insan bir hayattan? Hedefim açık; iyi bir iş, iyi bir eş, huzurlu ve mutlu bir aile. Ben küçük şeylerle mutlu olan biriyim. Bir çikolatayla, bir çocuğun başını okşadıktan sonra bana gülümsemesiyle dünyalar benim olur. Çaldılar benden mutlu olduğum dünyayı. Nasıl mı? Anlatayım.
Komutanlarım severdi beni. Hem yazıcı hem çavuştum. Bir gün B. Astsubay geldi, önüme nitelik belgesi koydu. "Bu ne komutanım?" dedim, "Enes, seni gaza getirmek için veya bana bir yararı olacağından değil ama disiplinin, iş anlayışın ve insanlara yaklaşımından dolayı sen bu işi yaparsın. İstersen referans olayım, başvur, rütbeli ol," dedi. Şok oldum. Bambaşka bir hayat bu, nasıl olacaktı? Öz güvenim var, yaparım evet ama nasıl yaparım? Bana göre mi acaba? Askerden önce rahatıma aşırı düşkündüm; tamam, az buçuk askerlik sabırlı olmayı öğretti ama rütbeli olmak sorumluluk ister. Aileden, evden uzak, gideceğin yere göre zorluk seviyesi farklı, her şeyden feragat edip, en önemlisi kendinden feragat edip, psikolojik olarak ayakta kalıp işe odaklanmak en önemlisi. Düşündüm. "Yaparsın Enes," dedim, "yürekten inanman lazım," diye tembihledim kendimi. Şaka değil, gerçekten inanarak, kalpten inanarak olursa olur yoksa askerlik öyle ha deyince yapılacak iş değil, çok zordu. Askerlik bayağı bayağı tecrübe kazandırdı, öz güvenin de var, ailene de yük olmazsın. Artık "Ya nasip," dedim, "bitirince gideyim." Bitirdim, eve gittim. İlk akşam yemeğinde annem en sevdiğim yemekleri yapmış geldim diye. Domates çorbası, tas kebabı, patates püresi, pilav. "Ben asker olacam," dedim, "Askerlik mesleğini icra etmek istiyorum," dedim. Annemin nutku tutuldu, "Gitme be oğlum," dedi, babam "Sen bilirsin," dedi. Hiç doğruyu öğretti mi de sanki başka bir şey söyleyecek babam. Babamın "bakarız, sen bilirsin, belli değil, olabilir" geçiştirmeleriyle avutuldum hep. "Ben gidecem anne," dedim, "Seni saraylarda yaşatamam belki ama vatana millete hayırlı biri olurum, düzenim olur," dedim. "Başvuru yaptım, haber bekliyorum; o sırada da mahallemizde bir kahve vardı, oraya işe girdim. Haber gelene kadar kendime bakarım, kimseye muhtaç olmam," dedim. 2 ay sonra sınava çağırdılar. O gün sabahtan gece 12’ye kadar çalıştım; eve gidip, duş alıp otogara gittim. 2ʼde otobüse bindim, gözümü Ankara’da açtım ama uykusuzluktan, yorgunluktan bayılıyorum. Sınav yerine gittim. Kayıt yaptırdım, o yorgunlukla o kadar performans kendimden beklemiyordum. Bilen bilir bomba koşusunu, mahveder adamı. Hepsini geçtim ve hepsinde de birinci olarak geçtim. Son aşama, mülakat kaldı yarına; güzel bir otele gittim, dinlendim, sabah geldim tekrar. Beyaz gömleğimi, siyah kotumu giydim; iki kadın yüzbaşı, iki albayın karşısına çıktım. Heyecanlıyım, elim ayağım titriyor. Kendinden bahset dedi biraz, anlattım. Sana bir soru soracağım, dedi, bilirsen bir tane daha, toplamda dört soru soracağım dedi albay. Kitap okumanın, 6 yaşında okumayı çözmenin, araştırmanın, insanlarla kültürel sohbetler etmenin ve en önemlisi gezme merakımın meyvelerini işte orada aldım. Sırasıyla tek tek cevapladığım sorular şunlardı:
1. Dünyanın en uzun tren hattı,
2. Dünyanın en yüksekte kurulu başkenti,
3. Edison-Tesla arasındaki bağlantı ve önemi,
4. Dünyanın en eski mesleği.
İlk üç soruyu dimdik, kesin kararlı cevapladım. Cevapları belli diye buraya yazmak istemedim.
Dördüncü soru yorum sorusuydu, ben şu cevabı verdim: "Bana göre istihbarat," dedim. "Neden?" dedi. "Komutanım, şu an bana bir şeyler anlattığınız gibi insan var olduğundan beri bir şeyler anlatıyor, iletiyor ve paylaşıyor," dedim. "Gizli veya açık ama bunlar oluyor," dedim. "Ben teğmen olurken bana sorulan son soru buydu, ben bilemedim ama ilk üçünü bildiğim için kabul edildim," dedi. "Sen bu soruyu bildin ve hak ettin," dedi, "Hayırlı olsun, kazandın," dedi. Tıpkı şu an olduğu gibi gözyaşlarıyla çıktım odadan. Sağ elimin iki parmağını sızlayan burnuma götürdüm; sessiz sessiz, içime içime ağlıyorum ama. Hırs, inanç, azim, aile içi psikolojik baskılar, iyi niyetimin karşılığını alamamam ve bütün olumsuzlukları o gözyaşlarımla beraber döktüm attım içimden, zihnimden; Ankara’da biraz rutubet kokan resmî dairenin zeminine. "KAZANDIM," dedim.