Alışveriş merkezinin üçüncü katında kalabalığı yararak ilerliyordu. Pazar günü olduğu için mağazaların etrafı kadın çantası tutan erkek ve can sıkıntısıyla zıplayan çocuk doluydu. Saatine baktı, 16.24. Yürüyen merdivene doğru ilerledi. Aşağı inerken etrafı daha net görmeye başlamıştı, zombi gibi yürüyen bu kalabalık ona, zorla eğlendirilen bir çocuğun öğrenilmiş gülümsemesinin yavanlığını hissettiriyordu. Neyse ki buna daha fazla katlanmak zorunda değildi. İkinci kata indi ve diğer yürüyen merdivene yöneldi. Dondurmasıyla koşan kırmızı şapkalı bir çocuk yere düştü, şapkası kenara savruldu. Aldırmadan ilerledi, arkadan ağlama sesi duyunca adımlarını hızlandırdı. Son kata inmişti. Yarım saat önce "İyi günler!" dediği güvenliğe bu sefer "Kolay gelsin!" diyerek çıkış kapısını itti. Dışarıdaydı. Saatine baktı, 16.26. İki dakikaya neler sığabileceğini on yedi yaşında öğrenmişti. Dudaklarında acı bir tebessüm belirdi.
Babasını hiç tanımamıştı. Söylenenlere göre o bir buçuk yaşındayken evi terk etmiş ve arkasında ne bir mektup ne de bir iz bırakmıştı. Bu yüzden babasına ne kadar öfkeliyse, annesine de bir o kadar düşkündü. "Mehmet'im, aslanım" diye severdi onu annesi. Babasının yokluğunu aratmamak için sekiz yaşında bakkalın getir götür işlerini yaparak eve para getirmeye başlamıştı. Çocuktu ama ona çocuk gibi davrananlara hadlerini bildirirdi. Bir keresinde mahalleden Ahmet amca, başını okşayıp "Çocuğum bir şeye ihtiyacınız olursa söyle." demişti. Mehmet kafasındaki eli indirip "Ne çocuğu Ahmet amca, büyüdüm artık ben." deyince Ahmet amca eğilmiş, elini büyükler gibi sıkıp kafa tokuşturmuş ve "Haklısın Mehmet, artık kocaman adam oldun. Al bakalım bu senin delikanlılık payın." deyip bir lira vermişti de annesinden gizli çikolata alıp yemişti. Ne de olsa hala çocuktu. Annesi gündelik işlerde, Mehmet ise kimi zaman bakkalda kimi zaman berberde çalışarak birlikte seneleri devirmişlerdi. Mehmet artık on yedi yaşında bir lise öğrencisiydi. Çocukluğundan beri çalıştığı için yapılı, kuvvetli bir gençti. Arkadaşları ve mahalleli tarafından sevilip sayılırdı. İlk kız arkadaşı da aynı sene olmuştu. İşten arta kalan zamanlarda kıt kanaat biriktirdiği paranın küçük bir kısmıyla sinemaya götürürdü onu. Yine bir hafta sonu sinemaya gittiler. Bu sefer biraz farklıydı, ışıklar kapanınca ilk defa öpmeye cesaret edecekti. Gergindi. Telefonlarını sessize aldılar, az sonra film başladı. Perdeden yansıyan belli belirsiz ışıklar salonu aydınlatırken Mehmet'in gözü sevgilisindeydi. Kızın beyaz yüzünün filmin akışına göre duygu değiştirmesini merakla izledi. Bir işaret bekliyordu. Uygun bir yüz ifadesi bulsa veya kız ona dönse belki öperdi. Hayal kırıklığı ile önüne dönüp filmi izlemeye koyuldu. İlk yarı bitmişti, perdede ikinci yarının sonları gösteriliyordu. Mehmet "Ne olacaksa olsun!" deyip sert bir şekilde kıza döndü ve dönmesiyle şaşırması bir oldu. Kız onu izliyordu. Utandı ama belli etmedi. Kızın elini tutup yavaşça yaklaştı. Filmin sonunda ışıklar açılınca ikisi de birbirlerine bakmıyorlardı. Biraz sonra vedalaşıp iki ayrı yöne ilerlediler. Mehmet mutluydu. Hayattan daha ne isteyebilirdi ki?
İşi, okulu, evi, kız arkadaşı, sağlığı, kısaca hayatta her şey yolundaydı. Annesi onunla gurur duyuyordu ki zaten annesi gurur duysun diye sekiz yaşından beri böyle örnek bir insandı. Mahalleye gelmişti. Bakkalı görünce evde ekmek olup olmadığını sormak için telefonunu çıkardı. Annesinden on cevapsız arama. Panikle eve doğru koşmaya başladı oysa annesi bugün bir eve temizliğe gidecekti. Telefonun ışığı yandı, annesi tekrar arıyordu. Bekletmeden açtı. Karşısındaki ses anneannesinindi. Sakin olmaya çalışan gergin bir tonda, annesinin temizliğe gittiği evde camları silerken aşağı düştüğünü ve hastaneye kaldırıldığını söylüyordu. Mehmet durumunun nasıl olduğunu sordu ama anneannesi "Çabuk gel." diyerek kapattı. Hastaneye doğru koşmaya başladı, sokakta herkes ona bakıyordu. On dakika içerisinde hastanedeydi, asansörü beklemeden merdivene yöneldi. Anneannesi ve mahalleden birkaç komşu ameliyathanenin önünde bekliyordu. Yüzleri soluktu ve konuşmuyorlardı. Mehmet'i görmediler. O sırada ameliyathanenin kapısı açıldı. Doktorun çevresine toplandılar. Mehmet konuşulanları seçemiyordu, yüzler aynı soluklukta ve gerginlikteydi. Adımlarını hızlandırdı. Artık sesleri seçebiliyordu: "Ağır...bu tarz durumlarda...zaman...ilk müdahale...". Yanlarındaydı ama kimse fark etmedi. Doktor derin bir nefes aldı: "İki dakika daha erken gelse kurtarabilirdik." O günden sonra Mehmet değişti. Liseyi yarıda bırakıp tam zamanlı çalışmaya başladı. Karnı doyacak kadar çalışıyor geri kalan zamanlarda aylaklık yapıyordu. Çok sevdiği kız arkadaşından da ayrılmıştı. "İki dakikada kaybedebileceğim bir kişiye hayatımı veremem ben." diyordu. Annesini hoşnut etmek için sekiz yaşından bu yana yaptığı her şeyi bırakmıştı. On sekiz yaşına bastığı gün mahalleyi de bırakıp başka bir şehre gitti. İlk başlarda anneannesine tek tük de olsa haber gönderiyordu. Daha sonraları bu haberler azalmış, en sonunda hiç aramaz olmuştu. Anneannesi soranlara "Annesinin ölümünden çok 'İki dakika daha erken gelse...' lafını kaldıramadı." diyordu.
Öyleydi, iki dakikaya neler sığıyordu neler; bir kahve yapabilirdi, iki sayfa kitap okuyabilirdi, yapımı dört saat süren bir yemeği yiyebilirdi, hayatını kaybedebilirdi, annesi kurtulabilirdi... İki dakikaya sığan hayatlar için bu kadar masraf ona anlamsız geliyordu. Bu sebeple hayatını ev, iş ve aylaklığın tekdüzeliğine sığdırmıştı. Yalnızdı ama kitaplar bu yüzden vardı. Kaybedeceği tek hayat kendi hayatı olduğundan kaygısızdı ve ona göre kaygısızlık mutluluktan daha önemli bir değerdi. İnsanlar mutluluğu abartıyordu. İşte az önce alışveriş merkezinde gördüğü insanlar mutlu olmak için oradaydılar. Belki bir şeyler satın alırlar veya diğer insanların içine karışıp yalnızlıktan kurtulurlardı. Mutluluğun teşvike ihtiyacı vardı, oysa kaygısızlık insanın içinden gelen bir şeydi. En zor durumlarda bile insan kaygısızca durabilir, kendini eğittikten sonra işkence görürken bile sesini çıkarmayıp acıyı ve o kötü hisleri deneyimleyebilirdi. Mutluluk ölümcüldü. Dünyada yapılan bütün güzel değişiklikler mutsuzların eseriydi. Eğer bazı insanlar bilgiyi unutmaktan rahatsız olmasaydı kağıt icat edilmezdi, karanlıktan korkmasalar ampul olmazdı, yalnızlıktan sıkılmasalar roman yazılmazdı... Mutluluk bir illüzyondu, bunu annesi öldüğünde anlamıştı. Mehmet artık mutlu mu veya mutsuz mu olduğunu bilmiyordu. Bildiği tek şey içinde yer alan bu devasa kaygısızlıktı. Alışveriş merkezinden uzaklaşıp yola doğru ilerledi. Eve gidip az önce aldığı kitabı okumak için sabırsızlanıyordu. Karşıya geçmek için adımını attı. Önce acı bir korna sesi duyuldu ardından çarpışma. Gözünü açtığında etrafı insan doluydu. Hareket etmeye çalıştı ama kımıldayamadı, boynu sızlıyordu. Sağ tarafta yere düşmüş kitabının üzerinde kan damlacıkları vardı. Hayatında hiç olmadığı kadar uykusunun geldiğini hissetti. Gözleri yavaş yavaş kapanırken etraf kararıyordu. Yirmi sekiz yıl geçmişti ama iki dakika gibiydi.
poetae pactum
2023-03-19T21:30:07+03:00"Mutluluğun teşvike ihtiyacı vardı.." :)