Şenay Keskin, kitapların arasından başını kaldırmadan gözlüklerini düzeltti. Ellerini, sayfaları arasında gezindiği kitabın sararmış kenarlarından çekti, ama kafasının içinde dönen düşüncelerle kitaba odaklanamıyordu. Masasının üzerindeki kitap yığını, bir ütopyanın haritası gibiydi. Camus’nün karamsar filozofları, Sartre’ın varoluş sancıları, Murakami’nin garip yalnızlıkları ve Ursula Le Guin’in o eşsiz dünyaları... Hepsi birbirine karışıyor, Şenay’ın zihninde bir karakterler geçidi yaratıyordu. Onları kendi dünyasında birleştirip yeniden kuruyor, kendi ütopyasını inşa ediyordu.
Ama bu ütopyanın ortasına Ahmet yine burnunu sokmuştu.
Kapının sertçe çalınışı, Şenay’ı yerinden zıplattı. Bir an için yüzü karardı, ama hızla toparlandı. Kendini sertçe kapının önüne sürükledi ve tokmağı çevirdi.
Ahmet, dağılmış sakalları ve yorgun gözleriyle kapının önünde duruyordu. Üzerinde eski bir mont vardı, sanki bu dünyadan değilmiş gibi titriyordu. Şenay, onu böyle görmekten hoşlanmadığını fark etti. Bir zamanlar ona karşı duyduğu sevgiden geriye sadece rahatsız edici bir vicdan kırıntısı kalmıştı.
“Ne istiyorsun, Ahmet?” dedi, sesi keskin ve kararlı.
Ahmet, içeriye girmeden önce derin bir nefes aldı. “Seninle konuşmaya geldim. Bu yalnızlık, bu saplantı... Şenay, böyle devam edemezsin.”
Şenay kaşlarını kaldırdı. “Devam edemem mi? Bunu söylemeye mi geldin? Yine mi beni kurtarmaya çalışıyorsun?”
Ahmet kapıyı arkasından kapattı, salonun ortasında öylece durdu. Aciz bir adamın içi boş otoritesini taşıyan bir hali vardı. "Kendine bir dünya kurmuşsun," dedi Ahmet. "Ama o dünya gerçek değil. İnsan yalnız bir hayatla tatmin olmaz. Kitapların sana verdiklerini düşünüyorsun, ama onların seni tamamladığını sanmıyorum. Bu çocuk... O çocuğun peşinden koşuyorsun çünkü gerçek bir bağ arıyorsun.”
Şenay, bu sözlere önce güldü, sonra kahkahası bir anda kesildi. Bir serçe gibi ürkekti, ama o serçe şimdi bir aslana dönüşüyordu.
“Çocuk mu?” diye sordu Şenay, sesi alaycı bir öfkeyle titreyerek. “Efe mi? Ahmet, sen kafanda saçma sapan hikâyeler yaratıp beni o hikâyelerin içine koyuyorsun. Kitapların gerçek olmadığını söylüyorsun, peki ya senin bu paranoyaların? Hangimiz daha gerçek olmayan bir dünyada yaşıyoruz?”
Ahmet, bir adım attı. “Ama Şenay… İnsan gerçek bağlar kurmalı. Aşk, sevgi… Bunları reddederek neyi kazanıyorsun?”
Şenay bir adım geri çekildi, ama gözleri Ahmet’e kilitliydi. “Gerçek bağ mı? Seninle olan bağ mı? Senin sevgi dediğin şey, bir zincirdi Ahmet. Beni hep kendi hayallerine hapseden bir zincir. Ama ben farklı bir şey istiyorum. Benim sevdiğim dünya, Camus’nün absürdü, Sartre’ın özgürlüğü, Murakami’nin tuhaflığı. Onlar beni hayal kırıklığına uğratmıyor.”
Ahmet, sesi yavaşça alçalarak, “Ama onların hiçbiri gerçek değil. Onlar seni sevemez, seni tutamaz, sana sıcaklık veremez. Gerçek bir insanın yerini alabilir mi?” dedi.
Şenay bir süre sessiz kaldı. Yüzü yumuşadı, ama bu bir teslimiyet değildi. Gözleri hâlâ kararlılıkla doluydu. “Ahmet, gerçek dediğin şey benim umurumda değil. Ben bir ütopyaya aşığım. O ütopyada herkesin sesi var, herkes kendi olabiliyor. Senin gerçek dediğin şey ise yalnızca hayal kırıklıklarıyla dolu.”
Ahmet, bir süre sessizce ona baktı. Ellerini çaresizlikle cebine soktu. “Seninle bir zamanlar aynı dünyayı paylaşmıştık,” dedi. “Ama şimdi senin dünyana yabancıyım.”
Şenay başını eğdi, sonra Ahmet’e sırtını dönerek oturma odasına yürüdü. Televizyonun kumandasını aldı ve olan Sevmek Zamanı’nı açtı.
Ahmet arkasından bakarken, Şenay’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Ama bunlar zayıflığın değil, bir tür özgürlüğün gözyaşlarıydı. Bir aslanın kendi mağarasında bir anlığına serçeye dönüşmesiydi bu.
“Ahmet,” dedi, sesi hafif ama kararlıydı. “Git. Artık kendi dünyanda yaşa. Benim dünyam burası.”
Ahmet kapıya doğru döndü, yavaşça açtı ve arkasına bakmadan çıktı. Şenay, ekrandaki sahnelere dalarak, ellerini göğsüne bastırdı.
Şenay, gözlerini ekrandan ayırmadan, Sevmek Zamanı’nın melankolik müziği eşliğinde dizlerinin üzerine kapandı. Televizyonun ışığı yüzüne vuruyor, gözyaşlarını aydınlatıyordu. Hıçkırıkları, içindeki o büyük boşluğun yankısı gibiydi.
"Tek bir ömür…" dedi kendi kendine, sesi boğuk ve kırılmış. “Bütün o hikâyeleri, o hayatları, o insanları nasıl sığdırabilirim? Bir ömre nasıl yetebilirim?”
Başını ellerinin arasına aldı. Gözleri kızarmış, burnu akmıştı, ama hiçbiri umurunda değildi. Okuyamadığı her kitap, tanışamadığı her karakter, yaşayamadığı her dünya ona bir kayıp gibi geliyordu. Bir ömrün kısalığı, koca bir evrenin ağırlığını taşıyamayacak kadar küçüktü.
Ama bu hüznün ortasında, bedeni farklı bir dille konuşuyordu. İçinde başka bir açlık vardı, başka bir eksiklik. Onu saracak, elini tutacak birini arıyordu. Ancak kimi? Ahmet’i mi? O asla değildi. Peki ya kitapların ona sunduğu hayali bir kahramanı mı? Bir savaşçıyı mı, bir filozofu mu, bir hikâyeciyi mi?
Bedeni, bu sorunun cevabını Şenay’dan daha iyi biliyor gibiydi. O, kendisini anlayacak birini istiyordu. Bir çift göz, kitapların harflerinden oluşmuş gibi derin ve anlamlı; bir çift el, bir hikâyenin kıvrımları kadar tanıdık ve güvenli. Ama o kişi kimdi, nerede bulunurdu? Var mıydı?
Şenay bir an için gözlerini kapattı. Gözyaşları, sanki içindeki tüm kelimeleri dışarı akıtıyordu. Belki de aradığı bir kişi değil, bir hissin ta kendisiydi. Anlaşılmak, paylaşılmak ve onunla aynı ütopyaya aşık biriyle yollarının kesişmesi...
Sonunda hıçkırıkları azaldı, odadaki sessizliğe karıştı. Şenay gözlerini sildi, derin bir nefes aldı. O an, içinde bir karar filizlendi: O, yalnızca kitaplara değil, kendine de bir dünya olacaktı.
Hâlâ televizyonun ışığı altında diz çökmüş haldeyken, bir sonraki kitabına uzandı. O dünyaları ne kadar sığdırabilirse, o kadarını sığdıracaktı. Ve belki bir gün, gerçek dünyada da kendi ütopyasını kurabileceği birini bulacaktı. Ama o güne kadar, kitaplar onun tek ve sonsuz sevgilisi olmaya devam edecekti.
Ve televizyonun son sahnesiyle birlikte, Sevmek Zamanı’nın müziği yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Şenay o sessizlikte, bir aslan gibi yorgun, ama bir serçe kadar hafif hissederek kendini bıraktı.