Uyanılan hiçbir sabahın diğerinden farklı olacağına dair inancım kalmamıştı. İnanmadığım için olmuyordu da. Yorulmuştum. Okuldan, lüzumundan fazla girilen derslerden, evdeki derdini ya da hıncını öğrencilerden alan öğretmenlerden. Her şeyden sıkılmıştım. Tek doğru bilgiye daha tahammülüm yoktu. En kötü noktaya gelmiştim işte. Tahammülsüzlük. Sabahlara düzenin umutsuz çarkı olarak uyanıyor, gecelere bu son diye uyuyordum. Anlamını yitiren pek çok şeyden biri belki de bendim. 


Bütün bu paradoks içinde giydim yakası lekeli gömleğimi. Okul dayatmıştı, dayatılan hiçbir şeyin anlamı yoktu. İçine soktuğum beden oraya ait değildi. Biliyordum. Bilmek üzüyordu. Bilmek, insanı yormaktan başka bir halta yaramıyordu. Olmak istemediğim yere varmak içindi bütün telaşım. On altı yaşında bir yere yetişmeye çalışmak, beni delirtmeye yetiyordu. Akla fazla ihtiyacım olmuyordu allahtan. Yine de geç kalmak istemedim. Ya kahvaltıyı ya da zamanında varmayı seçecektim.

Birinciyi eledim.

Bir şeyler atıştırmak adetim değildi zaten. 


Yedi yirmi.

Beş dakikaya durakta olursam yetişecektim. 

Yedi yirmi ikide evden çıktım. 

Gömleğimin sağ kolunu yolda ilikledim. Çantada kitap, defter, ıvır zıvır vardı. Programa göre gitmiyordum. Reddetmekle notlar arasındaki doğru orantı bana anlamsız geliyordu. Anlamını kurabilsem orantıyı da değiştirebileceğimi biliyordum. 


Kafamın çalıştığına emindim. Kimse görmedi, ben de buradayım diye el kaldırmadım.


Farklı şeylerden hoşlanıyordum. Bunların ne olduğuna henüz karar vermemiştim. Okuldaki dersler olmadığına emindim sadece. Bunu bilmek yetiyordu gardımı almama. 


Yedi yirmi dörtte durağa vardım. Her şeyin dakik olması gerekiyordu. Düzen buydu.

Yedi yirmi beş.

Aynı saat, aynı dakika.

Yürüyen gürültü göründü sokağın başından.

Elimi istemsizce kaldırdım. Sanki yapmak istemesem de karşı koyamayacaktım otobüs gören elimin kalkmasına. Zil çalınca yemek verileceğini anlayan deney köpeği psikolojisi. Farkımız yoktu. Elimi kaldırmam karşı taraftaki denekler için durma komutu veriyordu. 


Düşünmek anlamsızdı.

Anlamsızca bindim. 

Kapı ardımdan tıslayarak kapandı.


Bu durakta, bu saatte, yüzüme bile bakmayan suratsız şoförün yanından geçip mutsuz yüzlerle dolu, yaşayan ruhlar taşıyan otobüsün arkasına doğru ilerledim. Sanki bütün şehri mahşere taşıyan buydu. Herkes buradaydı. Kalabalık. Can sıkıcı yüzler. İlerledikçe çarptığım insanların bakışları. Bu otobüste birinin kafası kopsa herkes derin bir oh çekecekti. Ben inene kadar kimseye bir halt olmadı. Otobüste bile sıkıcıydık. Arka kapı arkamdan tıslayarak kapandı. Ben de ona tıslamak istedim, değmezdi. 


Yeni gelmişti bu okula. Henüz bir dönem bile olmamıştı.

Okulun kapısında bekliyordu beni.

Yalnızca onun anladığını düşünüyordum. O da benim hakkımda aynı şeyleri söylüyordu. Sorgulamak yorucuydu, kabul ettim. Sınavlarda bile sınav kağıdının üzerine kapanıp uyurdu Ahmet. Soruların kokusunu çeke çeke.

Bir defa gönlüm razı olmadı boş kâğıt vermesine. Kendi kâğıdıma ismini yazıp onun sırasına koydum. Yapabildiğimi sandığım tek ders Türkçeydi. Yorum gerekiyordu bazılarında. Onları yapmaya çalıştım. Türkçe hocası insaflıydı, adını yazana kırk veriyordu. Yine kalıyordun ama kırk alıyordun. Diğer otuz dokuz sayıdan fazlaydı. Avutuyordu. Eğitim avutuyordu bizi. Bize de bu lazımdı. Onun sınav kâğıdını da çözdüğüm sınavdan ikimiz de yirmi almıştık. 


‘’Sebebini sormayın, ne yaptığınızı çok iyi biliyorsunuz!’’ dedi. 


İkimiz de merak etmiyorduk zaten.

Bir daha yapmadım. Ahmet, adını yazıp uyumaya devam ettiği sınavlardan kırk alıyordu. Yetiyordu da. Ben uyumayıp elli alıyordum. Sorun yoktu.


Yanına gittim.

Kolunda okulun hafızı vardı. Hafız Aslan. Gözleri görmüyordu. 

İki gözü de görmüyordu ama hafızdı. Bazıları kural tanımıyordu gerçekten. 

Hafız pek bizimle takılmazdı. Madalyalılarla dolaşırdı genelde. Hafızın sırtından geçinen yalakası bugün gelmemişti. Ahmet de yalnız kalmaması için koluna girmişti. 

Selamlaştık. Önemsiz şeylerden konuşmak iyi hissettiriyordu..


‘’İlk ders matematik’’ dedi Ahmet.

İyi hissettiğim bütün anlar son bulmuştu. Normalde hangi ders olduğunu öğretmen geldikten sonra öğrenirdik. Ahmet, hafızın yanında hidayete ermişti belki de. Sorun yoktu, tek de sıkılabilirdim. Biriyle sıkılmaktan her zaman daha iyiydi.


‘’Hadi girelim!’’ dedi Aslan. 

‘’Hadi!’’ dedim istemsizce. Kolumdan sonra dilime de hakim olamıyordum. İkisini de kesip atmak istedim. Yemezdi. 


‘’İlk ders matematik, sözlü varmış!’’ dedi ünlemin hakkını veren Ahmet. 

‘’Varsa var!’’ dedim, ‘’Girelim!’’


Başarısızlıkla itham edilmeye başladığınızda artık geriye dönüşü olmuyordu. Sadece kabullenmek. Kabullenmiştim bir halta sap olmayacağımı.


‘’Hadi kaçalım!’’ dedi Ahmet.

Hafızın gözleri açılacaktı az kalsın.

İlk defa duymuş gibi baktı Ahmet’e.

Bu defa gördüğüne emindim. 


‘’Nereye?’’ dedim merak ve çaresizlikle. Kaçamayacağımızı biliyordum.

Aslan da ‘’Nereye?’’ diye tekrarladı yeni bir soru kalıbı bulmuş gibi.


‘’Nereye olursa!’’ dedi Ahmet uzaklara bakarak.

En uzak karşı durak görünüyordu. Oraya baktı Ahmet.

‘’Tamam’’ dedi hafız, Ahmet’i kolundan çıkararak. 


Endişelenmiştim, hafız olayları yanlış anlamış olabilirdi. İkimiz de hafıza baktık. O da önüne baktı. Tekrarladı. 


‘’Hadi kaçalım, matematikçi bayıyor!’’


Ahmet’in hafıza bir şeyler verip zehirlediğini düşündüm. Baktım yüzüne dik dik, ‘’Ne oldu lan bu adama?’’ bakışı attım.

O da ‘’Ben bir şey yapmadım.’’ bakışıyla cevap verdi. Omuz hareketiyle destekleyince inandım. 


‘’Yürüyün!’’ dedi hafız. 

Yürüdük.

Sağ ve sol kollarındaydık hafızın. Okuldan kaçıyorduk. Sanki bir melek sağ ve sol kollarımıza girmiş bizi cennete uçuruyordu. İçim kıpır kıpırdı. Hafızın kolunu sıktım sevinçten.

‘’Oğlum maşallah kolumu koparacaksın, ha ha ha!’’ diye kükredi Aslan.

İyi bir mizahı vardı. Kimseye görünmeden durağa kadar geldik. 

‘’Burası okuldan görünüyor!’’ dedi Ahmet. 

‘’Öyle mi?’’ dedi Aslan.

‘’Öyle sanırım’’ dedim okula doğru bakıp.

Okulun açısından çıkana kadar yürümeye devam ettik.

Epey bir geçmiştik tehlike noktasını.

‘’Burada otobüs durmaz, dolmuşla mı kaçacağız?’’ dedim endişeyle. Sadece otobüs kartımda para vardı. Parayla ilişkimiz ailece iyi değildi. Pek gelip gitmezdi bize. Biz de gelsin diye bir taraflarımızı yırtmazdık. Sinmiştik zaten. Sindikçe istekleri azalır insanların. Biz onlardandık.


‘’Otostop çekelim!’’ dedi Ahmet. Fikirlerini beğeniyordum, ucuzdu. 

‘’Olur!’’ diye atladım hemen lafa. Hafızın kolunu biraz daha sıkmıştım heyecandan.

‘’Oğlum dur!’’ dedi hafız. ‘’Kolum şey oldu, tövbe estağfurullah!’’ 

Hafız yoldan çıkmıştı adeta. Tövbeler etmeye başlamıştı bile.

‘’Taksiye binelim, otostop ne?’’ dedi hafız. Sinirlenmişti. Yakıştıramadı kendine. 

‘’Tamam!’’ dedi Ahmet ‘’Taksiye bineriz!’’

Param yoktu. Saklama aşamasındaydım henüz.

Ahmet’ten saklamanın manası yoktu. Aç açın hâlinden anlar diye düşünüp Ahmet’e baktım. Hafızın kolunda olmayan elimle ‘’Bende para yok.” işareti yaptım. Anladı Ahmet. O da hafızın kolunda olmayan eliyle cevapladı. Onda da yoktu. Tahmin etmiştim. Okulun kantincisini ikimiz de fazla görmemiştik.


Beyaz bir araba geliyordu yukarıdan. Ahmet arabayı görünce kaldırdı direk elini. Düz beyaz, her şeyi sıradan bir memur arabasıydı gelen. Ahmet’in elini gördüm, sesimi çıkarmadım. Hafız taksi bekliyordu, biz beyaz arabaya otostopu çekmiştik bile çoktan. Genç bir adam sürüyordu arabayı. Beyaz gömlekli bir adam.

İki kişi tarafından kollarına girilmiş bir adam görünce bize doğru yanaştı araba. 

Ahmet ‘’Çarşıya gider mi?’’ diye sordu. Beyaz gömlekli, saçlarının tepesi yavaş yavaş açılmaya başlayan adama. 

Hafız ‘’Gider ya, nereye istersek gider!’’ dedi sesini yükselterek. Birinin onu ön koltuğa bindirmesini beklercesine adımını attı. Beyaz gömlekli adam hafıza baktı.

‘’Taksi mi kardeşim bu, senin her istediğin yere gidecek?’’ dedi öfkeyle.

Hafızın kolundan sıyrılıp ‘’Abi biraz rahatsız kendisi kusura bakma, lütfen bizi çarşı yakınlarına atar mısın rica etsek?’’ dedim gayet kısık sesle.

Bakışları biraz yumuşamıştı gözleri açık kahverengiye çalan şoförün. Ön koltuktaki evrakları toparlayıp torpido gözüne sıkıştırdı.


‘’Atlayın!’’ dedi, ‘’yakın zaten’’.


Ben öne bindim. Hafız ve Ahmet arka koltuğa geçtiler. Sürdü sağ yüzük parmağında Osmanlı tuğrası bulunan öfkeli şoför. Yumuşatmıştım neyse ki.

‘’Abi bizi çarşıya yakın bir yerde bıraksan olur.’’ dedim gayet sakinlikle.

‘’Olur kardeşim!’’ dedi, ‘’Öğrenci misiniz?’’

‘’Evet abi, çarşıdaki merkez lisede bilgi yarışması var oraya gidiyoruz.’’

‘’Allah zihin açıklığı versin kardeşim, ben sizi tam okulun önüne kadar bırakayım o zaman.” dedi yakası lekesiz gömlek giyen adam.

‘’Sağ ol abi.” dedim.

Okulun tam önünde, sağda indirdi bizi adam başarı dilekleriyle.


‘’Ne kadar ödediniz?’’ diye sordu hafız taksiye.

‘’Lafı olmaz, rica ederim hafız, sen yabancı mısın?’’ diyerek koluna girdim hafızın.

‘’Allah razı olsun lan, güzel adamlarsınız siz, gelin kokoreçler de benden olsun o zaman!’’ dedi hafız. Kollarımızı sıkıyordu huzurdan.


Ahmet’le göz göze geldik.

‘’Oğlum neden para almadın hafızdan” bakışı attı bana.

Ahmet harbiden yavşağın biriydi.

Kokorecimin yarısını verdim ona, 

bana karşı dürüst bir yavşak olduğu için.