“Bana kalırsa insan sayısı kadar düşünce türü olduğu gibi kalp sayısı kadar da sevme çeşidi vardır.”

(Tolstoy)


— Sinem, ne oldu? Bir sorun mu var?

— Bir şeyim yok Zafer.

— Yahu, bir sorun olmadan ağlar mı insan?


Arkadaştık seninle. Yakın arkadaş mıydık, bilmiyorum. Ülkenin bir ucunda sen, ötekinde ben olduğuma göre hiç olmazsa fiziken yakın değildik. Birlikte okumuştuk üniversiteyi. Sonra farklı farklı şehirlere dağılmış, kendi hayatlarımızı kurmanın telaşına kapılmış gidiyorduk. Okurken biz, cep telefonu diye bir şey de yoktu. Yıllar sonra sen, nereden gelmiştin aklıma ve telefonuna nasıl ulaşmıştım, hiç hatırlamıyordum. Ama bildiğim bir şey vardı ki Sinem’i aradığımda uzunca konuşacak, dertleşecek, dünya kadar eleştirisini duyacaktım. Tam olarak nasıl bir boşluğumu tamam ediyordun, hangi eksik yanımı onarıyordun, kestiremiyordum. Hayatımda bir Sinem vardı, uzun uzun konuştuğum ve bu kadar işte. Belki eksik yanım tamam olunca anlayacaktım yalnız senin doldurabileceğin boşluğumu…

 

— Sinem, anlatmak istemiyorsan bir şey diyemem ama anlatırsan dinlerim.

— Zafer… Kardeşim haftaya ayrılıyor yanımdan.

— Neden ayrılıyor, nereye gidiyor ve ne var ki bunda üzülecek?

— Biliyorsun, üç yıl önce bitirdi okulunu ama iş bulamıyordu. Antalya’dan bir firmayla anlaşmış geçen gün. Haftaya yola çıkıyor.


Sinem de ben de yirmi dokuz yaşındaydık. Sanırım kardeşi de yirmi beş yaşında. Bizimki okulu bitirir bitirmez o yıllarda üniversite okuyan kardeşinin yanına tayin isteyip gitmişti. Ve yedi yıldır birlikte yaşıyorlardı. Okan’dı kardeşinin adı. Boylu boslu, esmer güzeli bir delikanlı. Tuttuğunu koparacak cinsten biriydi ama bir türlü iş bulamıyordu. Açıkçası, onca yıl üniversite okumuş bir gence de “Bir markete gir, kasiyerlik yap, ne olacak ki!” diyemiyordu insan. Nihayet aradığı işi bulmuştu işte. Ve gidiyordu. Sinem ise ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor...

“Ya hu kardeşin koskoca adam, niye ağlıyorsun? Hem, istediği işi de bulmuş. Onun mutlu olduğu bir vakit, ağlayarak üzmesene çocuğu.” desem de dinlemiyordu bir türlü. O gün telefonda konuştuğumuzda -daha doğrusu ben konuşup sen ağladığında- ne düşüneceğime karar verememiştim. Ertesi gün seni, yaptığımız konuşmayı, sözlerini, ağlayışını düşündükçe neler hissettiğimi ve bendeki boşluğunu anlamaya başlamıştım.


Bazıları “ilk görüşte aşk” diyorlardı, basit bir çekiciliğe. Ben ise seni, en son altı yıl önce görmüştüm. Değişmiş miydin, aynı mı kalmıştın, mesela uzatmış mıydın o kısacık saçlarını, hiç bilmiyordum. Ola ki orada olduğunu bilmeden bir yere gitsem görüp de tanıyamazdım seni. Ama önemi yoktu ki bunun. Açıkça ben, bu yaşında ve hâlâ kardeşine ağlayabiliyor olmana âşık oluyordum. Anlatsam belki sen bile anlamazdın. Ki anlatmıştım. Olabilecek en kısa şekilde.


Ertesi gün akşam olduğunda aramıştım seni ve “Sinem, benimle evlenir misin?” demiştim. Belki tam olarak böyle bile söyleyememiştim. Ama bu sefer gülüyordun sen. Hem de nasıl…


02.01.2021