İstanbul, Nisan 2020
Sifonu çektiğinde içindeki sıkılma hissinin değişmeyeceğini bildiği halde yarım kalan işini tamamladı. Kabinden çıkıp ellerini yıkamasının ardından mendillerden birkaç tane çekip aldı. Ellerini işini görecek kadar kuruladıktan sonra aynada kendine ve olması gerektiği gibi görünmeyen saçlarına baktı. Yorgun göründüğü en aptal insan tarafından bile rahatlıkla anlaşılabilirdi ama o yorgun olmadığına kendini inandırmaya çalışıyordu. Yine ne aptalca şeylerle uğraşıyor olsa da bunu umursamadı. Kabin içine girmeden önce lavabonun kenarına bıraktığı kırmızı ruju alıp alışkanlıklarına teslim olarak dudaklarına sürdü. Daha üzerinde ne kadar kırmızı taşıyabileceğini bilmiyordu. Bu soru başkalarına, onu gerçekten tanımayanlara değil de kendisine sorması gereken bir soruydu. Çünkü kırmızının içine düşen kendisiydi. Onlar ilk taşı atmış olsa da telefonundan ojesine kadar her şeyin kırmızı olmasına neden olan kişi sade ve sadece kendisiydi. Onu seviyor, ondan nefret ediyordu. Ve bazı anlarda nasıl düşünürse düşünsün, ne kadar nefret ettiğini iddia ederse etsin kırmızıdan asla uzak durmayı gerçekten istemeyecekti.
Lavabodan çıkışının ardından kapının arkasından hızla çarpmasını umursamadı. Hızlı ve bir o kadar sinirli adımlarla sağa dönüp koridorda ilerlemeye devam etti. Yanından geçtiği iki asansöre çok kısa bir an göz ucuyla bakıp onlarla yukarı çıkamayacağını bildiğinden duraksamadı. İkinci kez sağa dönmesinin ardından karşısına çıkan yük asansörüne binmek için tuşa dokundu. Altıncı katta olmasına rağmen yakında asansörün ineceğinden neredeyse emindi. Asansör her zaman orada olurdu ama yine her zaman çağrıldığında hemen gelirdi. Tabii ara katlarda birileri asansörü meşgul etmezse...
Kat 2’ye ulaşmak için iç asansör en iyi seçenek değildi. Onun kullanımı demek aynı zamanda bir başka asansörü daha kullanmak demekti. Ya da fazladan iki kat daha çıkıp sonra iki kat aşağıya inmek demekti. O ise asansör değiştirip aktarma yapmaktansa dördüncü kata çıkıp aşağıya inmeyi tercih etti. Yürümekten zarar gelmezdi ama aktarma yapmaktan, iki kat için asansör beklemekten ve iç koridordan dış alana çıkmaktan kesinlikle zarar gelirdi. Diğer asansörün ne zaman geleceğini ve kaç katta duracağı hakkında bir tahmini yokken bu deliliği göze alamazdı. Ki dinlendiricisi erken gelmiş ve ondan da biraz erken gelmesini istemişken çılgınlıklarına bir yenisini ekleyerek, yani aptalca seçimler yaparak asansörün gelmesini bekleyemezdi. Özellikle bir pazar gününde, kalabalığın en fazla olduğu saatlerde bu yapacağı son şey bile olamazdı.
Ayşe Erkmen’in Saat Kaç’taki işinin karşısında asansörden çıkmasının ardından pek karşılaşmadığı ve aynı katta çalışmadığı kişilerden birine gülümseyip el salladı. İsmini hatırlamadığından ona herhangi bir şey demeyecekti. Ki buna yeterli zamanı da yoktu. Bu nedenle asansörlerin solundaki merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Merdiven boyunca baştan sona uzanan ‘Endişe’nin yanından geçerken geç kalma konusunda kesinlikle endişeli değildi. Yine de bir an saatin kaç olduğuna bakmaktan, kolunu hızla çevirip saatin gösterdiği zamanı görmekten kendini alamadı. An itibariyle tepesinde konum almış olan gazetelerin üzerindeki soruyu ise düşünmemeye kararlıydı. Yıllar önce 4. İstanbul Bienali’nde sergilenen Hale Tenger’in işinin yanından geçerken dikenli tellerden bilinçsizce uzaklaşıp bir alt katın merdivenlerine doğru hiçbir şey düşünmeden ilerledi. Zihni Hale Tenger’in işinin ardındaki duvarda yer alan üzerine taş eklenen Kwade’nin işindeki camlardan da boştu. Hiçbir düşünce izi yoktu. Lakin merdivenlerin başına geldiğinde duraksayıp Altan Gürman’ın kısmına gözü takıldı. Belki de gözü oradaki bir ziyaretçinin hızla geçen siluetine takılmıştı.
Gece gördüğü rüyanın anısı zihnini esir alırken yapması gerekenleri yeniden ön plana çıkarmak için gayret etmesi gerekti. Basamaklardan hızla inerken pek hevesli olmadığı yere doğru ilerledi. Sola dönerken zihninde Pelikan ile karşılaşmaya alışmaktan ve seviyeleri gelen ziyaretçileri rahatsız etmesi için aşağıya çevrilmiş lambalara çarpmamaya çalışmaktan başka bir şey kalmamıştı. Çabaları arasında Pelikan’ı gün içinde yine ve yeniden gördü. Onu ne kadar sevse de ona bunun zarar verdiğini, onun burada olmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Dondurulmuş hayvan koleksiyonlarından da onlara sahip olanlardan da ve hayvanlara bilerek, isteyerek zarar verenlerden de hoşlanmazdı. Bu hayvanın Saint Joseph’in Doğal Bilimler Merkezi’nden alınmış olduğunu bilmesine rağmen yine de onu bir türlü kabul edemiyordu. Burada, sanat alanındayken bilimsel işlevinden çok uzaklaşmıştı. Sanat ve bilim asla bir ve birbirine yakın olmamışken onun burada olması huzurlu olmasını sağlayacak bir özelliğe sahip değildi. Üstelik Damien Hirst’ün işlerini gereksizce anımsatırken Tepeli’nin yanında durmak istemiyordu. Çünkü Hirst onun gibi pek çok hayvana zarar vermişti ve onun için kesinlikle bir canlıya zarar vererek yapılan sanat, sanat değildi. Sanatın sanat için olduğu konusunda hiçbir kuşkusu olmasa da sanat kesinlikle zarar vermek için değildi.
Dolapdere’nin yanından geçerken sesler farklı bir evrende olduğunu düşündürmekten artık vazgeçmişken alışmanın kötü olduğunu düşündü. Sergilerin başındayken her şey farklı geliyordu. Şimdi ise bazen değişen bir şeyi bile fark edemiyordu. Aşinalık ve tekrar eden pek çok gün görmesini engellemeye başlamıştı. Bir süre için ara vermesi gerekiyordu. Ya da artık sergilerin bir an önce değişmesi gerekiyordu. Dört aydan beri devam eden sergiler gelen yeni ziyaretçiler için yeniliğini ve ilk görüş özelliklerini korusa da buradaki hiçbir gözetmen için eski halindeki muazzam ve mütemadiyen olması gerekli olan parçalar gibi değildi. Farklılığını ve canlılığını kaybetmişti. Lakin her gün ilk defa geliyormuş ve ilk defa burada bulunuyormuş gibi taze bir enerji taşımaları gerekiyordu. İlk günden beri onlara ilk söylenen buydu ve daha da söylenmeye devam edecekti. Gelenler burada onların yani gözetmenlerin ne kadar uzun süredir bulunduklarını bilemeyecekleri gibi görecekleri herhangi bir olumsuz durum onlarda kötü ve geri dönüşü olmayan izler bırakabilirdi. Özellikle yaşı fazlasıyla küçük ziyaretçilerde bu şekilde oluşabilecek bir anı ve takibinde gelişecek bir kanı onların geleceğinin farklı şekillenmesine neden olabilirdi.
“Sonunda Alinda, sonunda…” Sesle beraber düşündüklerinden, artık bir parçası gibi kabul ettiği görevlerini düşünmekten uzaklaştığında gülümseme ve sosyal hayata uyum sağlama özellikleri başlangıçta, var edildiği anda yok edilmiş dinlendiricisinin yüzündeki en huysuz hali olduğunu belli eden ifadesini ve çatılmış kaşlarının altındaki dünyaya, belki de en çok kendine olan öfkesini görmemeyi tercih ederdi. Ama ne yaparsa yapsın daima göreceğini, başkalarının da göreceğini biliyordu. Onun düzeninin aksamaması için kendi zamanından verdiği için pişman olurken içinde bir anda çatlak bulup yüzeye çıkmak isteyen, karşısındaki kızı dahi üzebilecek kötülüğe kapılmadı. Sadece gülümsemekle ve aklından geçenleri sonsuza kadar bastırmakla yetindi. Yine de hiçbir zaman olmadığı gibi o anda da altta kalmayacaktı.
“Hâlâ üç dakika var Birce!” Kolundaki siyah kordona sahip kendisi de farklı bir renge sahip olmayan siyah saatini gösterdi. Dijital gösterime alışan kızın bunu göremeyeceğini ya da tam algılayamayacağını bilmesi bunu yapmaktan, saati gözüne sokmaktan onu alıkoymadı. O hâlâ geçmişin alışkanlıklarıyla gelecekte yaşamayı fazla derin bir tutkuyla sürdürüyordu.
“Kısa yoldan gelebilirdin.” diye çıkışmaya devam eden Birce’nin gösterdiği yolu görmezden geldi. Lakin onun değil de Birce’nin bu yolu kullanmamayı artık öğrenmesi gerekiyordu. Bir aksilik çıkmaması için teknik ekip ve sergiler ekibi dahi uzun yolu kullanmayı tercih ederken onun kendini tüm kuralların ve kural koyucuların üzerinde görmesi sinir bozucuydu. Ve bu defa bu uyarıyı Nilüfer Hanım’a fırsat bırakmadan kendisi yapacaktı. Kimseyi dinlemeyen bu kızın kendisini de dinlemeyeceği gün gibi aşikârken yine de uyarısından vazgeçmeyecekti.
“Pelikan’ın yolundan geçmemek sadece ziyaretçiler için değil, bizim içinde uyulması gereken bir kural olduğunu unuttun sanırım.” Cümlesi tamamlandığında fazla iğneleyici olmadığını ya da onu düşünmeye sevk etmediğini gördü. ‘Yine’ demediği için onun üzerinde yeterli bir etki bırakmayabilirdi. Ki karşısındaki göz deviren kız için bir etki yaratabilmek pek mümkün değildi. Bunun için bir mucize bile yeterli olmayabilirdi.
“Alman yine konuştu. Görüşürüz Cenk!”
Birce’nin Cenk’e el sallayıp arkasını dönmesini boş gözlerle izlerken ilerlemeye başlayan kızdan sonra gülmesine engel olamadı. Aptallığın bir sınırı olmadığını çok uzun süre önce öğrenmiş olmasıyla yakın zamanlarda da sabrın bir sınırı olduğunu öğrenmişti. Kendi ve diğerlerinin sabrının son noktasında olduğunu ise biliyordu. Farklı bir evrende ve onlardan farklı kurallarla yaşamaya çalışan bu kızın buradaki hikâyesinin sonunun geldiğine neredeyse emindi. Son nasıl olacak bilemese de çok yakında olacaktı. Nilüfer Hanım, o son seferden sonra bir kez daha şans tanımayacaktı. Ve Birce kesinlikle kendi cehenneminin odunlarını ve ateşini yine kendi taşımış olacaktı.
“Bunun derdi ne?” Cenk’in kendisinin gülümsemesini izleyen haline yüzünü döndüğünde soru istemsizce dudaklarından döküldü. İnsanın en tabii ihtiyacı bir şeyleri anlamlandırmaktı ve aynı işte çalıştığı bu tuhaf kızın davranışlarını anlama isteği de onun en doğal hakkıydı. Ve bu istek çok uzun zamandır giderilemiyordu.
“Kesin yine erkek arkadaşına kızıp birilerinden hırsını almaya çalışıyordur.”
“Kaç yaşındasın sen?”
“İçindeki Ozan Güven’i Birce’ye sakla.” Eski arkadaşına gülümserken onun kendisinde sevmediği bir şeyi yapmayı düşünmeden gerçekleştirdi. Dil çıkarırken yüzünde oluşan şakacı tiksinme her zaman olanın aynısıydı. Lakin bu defa gözlerinde gördüğü şey aynı değildi. Cenk her zaman bu yaptığından eğlenmeyi başarırdı ama bu defa onun eğlenemediğinden emindi. Daha çok Tarık etrafındayken olduğu gibi bakıyordu. Ve o kesinlikle Cenk’in bu huyundan yine bu anda da hoşlanmıyordu. Şakalaşma hevesi geldiği gibi hızla ve kaçarcasına gitmişti. “Çocuk gibi dil çıkarmazsan sevinirim ayrıca.”
“Başka bir emriniz var mı?” Sesi Birce’ye olduğundan daha sertti. İnsanlar her zaman yakın olduğu insanlara karşı daha kolay ve daha fazla kırıcı olabilirlerdi. Lakin bu defa Cenk bunu hak etmiş olabilirdi. Sesinde muzip anları bozan ve onu üzmek isteyen o tını varken arkadaşı olan bu adama karşı sakin kalamazdı. Ki ilk defa sevdiği birine karşı kendini tutmak ve sözleri için engel teşkil etmek isteyecek bir havada değildi.
“Git kitabını oku.” Onunda kendisi kadar gerildiğini fark ediyordu. Ama buna neyin neden olduğu konusunda bir fikri yoktu. Hiçbir şakalaşmaları bu hızla gerilime dönmezdi. Saliseler içinde birbirlerine düşman olmuşlardı. Ve bunu bir şekilde sonlandırmak için birbirlerine iyi davranıp alttan almayı düşünmekten çok uzaklardı. Alevlerin her şeyi ve arkadaşlıklarını yok edecek kadar harlanması olası olmasına rağmen henüz o sınıra gelmemişlerdi. Her şey bir an içinde değişebilirdi ve o zaten kendi hayatında değişmeyenler yüzünden değişmek üzereydi.
“Schmidt senden daha iyidir.”
Alinda dinlenme odasına yönelirken saatini kontrol etti. Gün sonuna iki saatten fazla varken bu sessizlikten ve hareketsizlikten korkup korkmaması gerektiğine emin olamıyordu. Pazar günlerinin en yoğun saatlerinden birinde neden kimsenin etrafta olmadığını ve ailelerin beraberinde getirdikleri çocukların eserlerin çevresinde koşuşturarak neden onu kalp krizine bir adım daha yaklaştırmadıklarına anlam vermekten uzaktı. Ki bu hal tercih edeceği seçeneği olmasına rağmen alışkanlıklarından farklı olması tuhaf hissetmesine neden oluyordu.
Dinlenme odasından bir anlığına caddeye baktığında havanın yağmurlu olmadığından da emin oldu. Ziyaretçileri engelleyen şey meteorolojik bir olay değildi. Başka planları olması muhtemeldi ama her daim birilerinin planı burası olurdu. Belki de artık eskisi kadar popüler değillerdi. İnsanlar yeniden alışveriş merkezlerinin gürültüsüne ve hızına ayak uydurmak, bir yerlerde kapalı ve rahatsız kalmak istemiş olabilirlerdi. Çünkü insanlar sürüler gibi birlikte hareket etmekten, birbirlerinin yaptıklarını kopya etmekten ve sonra farklı olduklarının rüyası ile yaşamaktan hoşlanırlardı. Hiçbiri birbirinden farklı değildi. Aynı fabrikadan çıkmış araçlar gibi tek bir farkları olamadan yaşamayı iş edinmişlerdi. Aynı markaları kullanır, yurt dışında tatil yapmayı entelektüel olmakla bir tutar, bir kahve markasından her gün aynı kahveyi alıp bunu sosyal medya hesaplarında birkaç pozluk bildikleri fotoğraf bilgileriyle çekmeyi, hemen ardından paylaşmayı yüksek seviyelerinin bir gerekliliği görürlerdi. Farklı olmanın karşısında olan bu zamane insanlarının yüzleri, burunları, makyajları ve kıyafetleri birbirinin aynıydı. Hele kadınlar estetiğin ve trend olan saç modellerinin köleleriydi. Büyük kalçalar gündemde ise yapılacak şey belliydi. Yüksel bel pantolonsuz ve son günlerin modası haline gelmiş olan terlikleri olmadan sokağa çıkamazlardı. Çünkü sosyal medyaları ve sürü içgüdüleri bunları yapmaları konusunda onlara emir veriyordu. Ve kendileri üzerinde dahi kontrolleri bir an için bulunmadığından medyanın ve küresel dengelerin dayattığı her şeye tav oluyorlardı.
“Göbeklitepe’nin Schmidt’ini Karahan Tepe’ninkine tercih ederim.” Kitabıyla geriye dönüp Pelikan’dan birkaç adım ileride beklemeye başlayamadan Cenk’in sesini duyduğunda ona olan siniri çoktan geçmişti. Kafasının içinde dönen şeyler o kadar çoktu ki ona sıra gelene kadar yeniden bir sıralama yapmıştı ve Cenk bir anda alt sıralara düşmüştü. Zaten onun bir anda öfkelenmeleri yine bir anda, ansızın çekip giderdi. Yine de hâlâ ona karşı ters cevapları yerinde duruyordu ve kendini engellemek istemediğinden devam edecekti. Ki onunda kendisi gibi yeniden eski ruh haline geri döndüğünü hissediyordu.
“Rahmetli de yaşayana karşı kendisini tercih ettiğini bilse Göbeklitepe’yi kazmaktan vazgeçip tarihin akışını değiştirmemeye karar verirdi.”
“Her şeye bir cevabın var, Geveze.”
Aralarında ansızın başlayan gerilimin sonlanıp bitmesi ilgisini çeken bir şey değildi. Bu ara onun ilgisini çeken pek bir şey zaten yoktu. Doktora tezini yazmaktan, müzik dinleyip erkek arkadaşını ihmal etmekten başka bir şeyle ilgilenmiyordu. Ve belki de o artık erkek arkadaşı bile değildi. Cuma günkü tartışmalarından beri birbirlerini aramamışlardı. Daha çok yakın bir zamanda son çıkıştan dönen bir ilişki için çaba göstermeyen iki kişiden daha kötüsü olamazdı. Bitmeye her an daha da yaklaşan ilişkilerinin belki de bir fazlalık olduğunu yeni keşfetmeye başlamışlardı. Üç ay önce umutla başlayan ama o günden sonra bir adım bile ilerlemeyen ilişkileri için tüm işaretler nihai son için haber verme niteliğindeydi. Lakin birbirlerine ve ilişkilerine eziyet etmeyi tercih ediyorlardı. Her ikisi de birbiri için uygun değildi. Alinda akademik kariyerinin, kitaplarının ve çellosunun hâkim olduğu düzenli hayatında mutluydu. Tarık ise birlikte çaldığı grupla birlikte sabahlama ve tüm günü uyuyarak geçirdiği düzeninde Alinda’nın düzeninden çok uzakta, sevgilisine göre düzensizliğin içinde yaşamaktaydı. Yine de bu ana kadar bir umutla devam etmeyi nasıl olduysa başarmışlardı. Ama artık sonun vaktiydi. Çaba gösterilmeyen bir ilişki de birbirlerini pek sevmeyen bir çiftin birlikteliğinin kendilerine de kimseye de bir yararı yoktu. Zararı da yoktu ama yok olması herkes adına daha iyi sonuçları içinde barındırabilirdi. Zira insanlar birbirine eziyet etmek için değil de birbirlerine iyi gelmek için birlikte olmalı, ortak zamanlarında iki tarafında mutlu olduğu şeyleri yapmalıydılar.
Alinda takıntılı denebilecek kadar düzenli genç bir kadındı. Her gün sabah aynı saatte, yani 5.45’te alarmı çalardı. Bir bardak ılık su içmesinin ardından yarım saat boyunca sevdiği çello sololarından birinin eşliğinde meditasyon yapardı. Saat yediyi göstermeden önce ise o günün ilk öğününü yapmış olurdu. Çoğunlukla günün ilk saatlerinde tezini yazmakla geçirip ardından eğer o gün çalışacaksa en geç dokuzda hazırlanmaya başlar ve yarım saat içinde yola çıkmış, hatta yolunu yarılamış olurdu. Geçen haftaya kadar devam eden dersleri artık bittiği için sade ve sadece ilgileneceği şey tezinin yazımı ile hayatını idame ettirmesini sağlayıp onu yarı yolda bırakmayan işiydi. Tabii bunlara ek olarak her daim resim ve çello hayatında yer ediyordu. Günlük planlarında onları aksattığı bir haftaya rastlanamazdı. Onu o yapan hiçbir şeye asla sırtını dönmezdi. Lakin erkeklere kesinlikle hızlı bir şekilde ardını dönüp onlardan uzaklaşabilirdi. Çünkü her daim düzenini bozmakta üstlerine kimse ya da bir neden yoktu. Ve hal böyle olunca ise ilişkilerinin uzun sürmesinin yolu pek yoktu. Her daim önceliği akademik çalışmaları ve kendisiyken kendinden daha önemli hiçbir şey olamayacağına inanarak bugüne kadar büyütülmüş olan erkekler hâlâ büyüyemediğinden her ilişkisinin sonunda Alinda’nın yakınından kovulmuş, bir daha ona yaklaşamaz olarak kendilerine gelirlerdi. Anneleri tarafından şımartılarak daimi rol olarak çocuk kalmayı benimsemiş erkek arkadaşlarının ise bir sonu ne yazık ki yoktu. Onda da anneleri gibi disiplini görüp gelen erkeklerin hepsi aynı annelerinden gördükleri şımartılma hazzını alamadıklarında istemsizce uzaklaşırlardı. Ki onlar bunu daha fark edemeden de onlar için Alinda’nın nazarında son karar verilmiş olurdu. Ama bu sefer Tarık için farklı olmuştu.
Hiçbir zaman ilişkilerinde çaba göstermeyen Alinda bu defa çaba göstermeyi aklına koyduğu için üçüncü ay gelmişti. Fakat insanoğlu her zaman yanlış yerde yanlış karar verirdi ve bu Alinda için de geçerliydi. Korkuları henüz ortaya çıkmamış olsa da arkadaşlarının yapıp kabul etmedikleri mahalle baskıları sonucunda bu haldeydi. Otuz yaşına iki yıl kala hâlâ düzgün bir ilişkisi olmamış olmasıyla alay edilmesinin, uğraşılmasının sonucunda kendine ve kurallarına ihanet edip asla yapmayacağı şeyleri yapmıştı. Şimdi ise bitişe hazırlanan, belki de çoktan biten bir ilişkinin kalıntılarından kurtulmaya çalışıyordu. Ki bunda da en çok Cenk’e kızıyordu. Başına bu belanın açılmasının asıl müsebbibi oydu.
“Schmidt’in Karahan Tepe ile Göbeklitepe’yi karşılaştırdığı, belki biraz da bölgenin tarihine odaklandığı yeni kitabını okuman eminim ki şu an okuduğun eski kitabından daha fazla yarar sağlayacaktır.” diyen sesin nereden geldiğini anlamak için kafasını sağ tarafına çevirdiğinde onu gördü. Yüzünü nereden hatırladığını bilmediği ama tanıdığını düşündüğü adamın ne dediğini anlamak için elindeki Almanca kitaptan uzaklaşma belirtisi göstermeden kitabın dilinde konuşan adamın ne demiş olduğu zihninde hızla kavramaya çalıştı. Emin olan yüzüne bir gülümseme yerleştirdikten sonra konuşabileceğinden emin olmak için daha fazla zaman kaybetmeyi göze alamadı. Çünkü o yüz her an daha çok tanıdık gelirken odaklanabilmek kolay değildi.
“Tavsiyeniz için teşekkür ederim. Aslında her iki kitabı okudum. Ancak Almanca orijinal metinlerini de okumak istedim. Almanca’mın paslanmasını istemiyorum.” Fazla detaylı bir konuşma olduğundan şüphelenerek susarken bunu umursamamayı tercih etti. Bazen bir eser hakkında ya da başka bir şeyle ilgili izleyicilerle konuşmayı seviyordu. O ne kadar insanları kendinden uzak tutmayı seviyor olsa da bir şeyler, özellikle kitaplar hakkında konuşmak onun için vazgeçilmezdi.
“Anladım.” Karşısındaki adamın yüzüne yayılan onaylayan gülümsemeye samimiyetle bakıp kitabına geri dönemedi. Eğer katta biri, daha doğrusu bir ziyaretçi varsa kitap okunmasına devam edilemeyeceği yazılı olmayan kurallardandı. Ziyaretçilerin kendilerine soru sormasına mani olacak herhangi bir faaliyet uygun değildi. Katlardaki görevlerinden kalan sürelerde ise kitaplarını okumalarında ya da aralarında sohbet etmelerinde bir sorun yoktu. “Biraz meraklı bir arkeoloji ve Alman Dili hayranısın sanırım.” Bir an kendini tutamayıp fazla güldü. Alman Edebiyatı’ndaki eski sevgilisi bunu duysa muhtemelen ondan daha fazla gülerdi. Çünkü onun dillerle değil de daha çok tarihlerle ilgilendiğini herkes bir şekilde ona yaklaştığında öğrenir ve böyle bir çıkarım yapmaktan uzaklaşırdı. Ve tarihlerini öğrenmek, hiçbir şeyi kaçırmamak için dillerle bağlarını sıkı tuttuğunu da…
“Arkeolog’um. Ve bu yaz Karahan Tepe’nin kazısında çalışacağım. Meraktan daha çok bir tür gereklilik demem doğru olacaktır.”
“Ciddi misin? Fritz’in ekibinde misin?” Kaşları çatılırken bunun nedeni Fritz’in ekibine dâhil olmaması değildi. Onda tanımlayamadığı şeyin daha da rahatsız edici olmasıydı. Bildiklerini bilen birileri elbet çıkardı ama bugüne kadar henüz kimse Fritz Schmidt’e Fritz dememişti. O konumu ve başarılarıyla her zaman idolleri arasında yer alırken ondan unvanıyla beraber bahsetmekten hoşlanırdı. Birinin ondan ilk adıyla bahsetmesi hoşuna gitmeyeceği gibi aynı zamanda da kurallarına da karşıydı.
“Ferit Erksan’ın ekibindeyim. Kendisi Kazı Başkan Yardımcısı ve-”
“Ve Fritz’in en yakın arkadaşlarından biridir.” Profesörlerinden birine yeniden ilk adıyla hitap edilmesi ile Alinda’nın zihni karşısında duran yüzün kimliğini aramaya başladı. İkinci kez bunun yaşanması ile karşısındaki adamın bir şekilde Schmidt ile bir tanışıklığı olmasının gerekliliği olduğunu düşünüyordu. Ve tam karşısındaki adam konuşmaya başlarken yüzün neden onun için tanıdık olduğunu anladı. Çünkü bu yüzü birkaç hafta önce kazı ekibini ve kariyerlerini incelerken görmüştü. Ve yanlış hatırlamıyorsa -ki onun her sınavda yanında olan fotografik hafızası asla onu yanıltmazdı- karşısındaki adamın adının Hermann olması gerekiyordu. “Ben Fritz’in asistanıyım. Kazıya gelmenden önce tanışmamız ilginç oldu.”
“Kesinlikle.”
Alinda onun elindeki sergi broşürüne dönmesi ile yapacağı şey yüzünden kararsız kalıp beklemekle yetinirken kitabına geri dönebilmenin hayalini kuruyordu. Lakin bugün için daha fazla kitap okuma ihtimalini gerçekleştirmesinin yolu yoktu. Üçüncü katın merdivenleri çocuk seslerini ona kadar taşıyordu. Bu katta olacakları süre içerisinde kitabın kapağını açma girişiminde dahi bulunamayacağından onu yeniden dinlenme odasındaki dolaba bırakmasının iyi bir tercih olacağına yönelik inancı giderek artıyordu. Yine de onlar gelmeden ve karşısında hâlâ broşürüne bakan adam bu kattan gitmeden kitabını bırakmasının bir yolunu göremiyordu. Beklemesi gerekiyordu ama beklemek onun için her zaman olduğu gibi bu seferde de zordu.
“Burada çalıştığın için mi şu an orada değilsin?” Kendisine meraklı diyen adamın kendisinden daha meraklı olduğunu düşündü. Broşüre kilitlenmiş gözleri İngilizce baskıyı okurken aynı anda kendisine Almanca bir soru sorabilmesinin nasıl mümkün olduğuna ise kafa yormadı. Bu ve benzeri hareketleri Schmidt’te yapıyordu. Asistanından aynılarını görmek tuhaf olmamalı, kafa karıştırmamalıydı. Ki tüm bunlara ek olarak ona bir cevap vermeliydi. Birkaç ay sonra kazı ekibine dâhil olduğunda yeniden aynı soruyu duymamak adına şimdi konuşmalıydı.
“Hem bu nedenle hem de okuldaki derslerim devam ederken orada bulunmak için başvuruları kaçırdığım için buradayım.”
“Anladım.” Telefonun çalmaya başlaması ile merdivenlerden inen çocuklarının Alinda’nın görüş açısına girmesi aynı anda oldu. Bakışları zaten bir sorun arar haldeyken çocukların asla ama asla kontrol edilemeyen davranışları istediği sorun değildi. Telefonunun ekranına baktığı anda yüzü asılan Hermann’ın kendisine son kez baktığını ve konuşmak için ağzını açtığını görürken Cenk’in gelen çocuk grubuna karşı gardını aldığından herhangi bir şüphesi yok olsa da işine dönmek için an kovalıyordu. “Kazı ekibine katıldığında görüşürüz. Tanıştığımıza sevindim.”
Gülümsemekle yetinip bir adım geriye çekilirken pelikanın hareket etmeye başladığını gördü. Onun durduğunun bile farkında olmamıştı. Çocukların geldiğinin farkında olsa da en son bıraktığında ileriye doğru gittiğinden emin olduğundan bu geçen sürede onu hiç takip etmemiş olmaktan dolayı suçluluk duydu. Yine de Dolapdere Boys’un artık düzene iyiden iyi alışmasından ötürü eskiye oranla sessizce kattan geçmelerinden sonra ansızın gelen suçluluğu biraz daha azaldı.
Ziyaretçi kalabalığı azalıp zamanın geçişi hızlanırken Alinda’nın zihninde herhangi bir düşünce uzun süre yer etmedi. Kitap okumaya yeniden dönemese de gelen başka ziyaretçiler ve kattaki değişen arkadaşı ile sohbet edip kendini kendinden istemsizce uzak tuttu. Ama ne insan ne de düşünceler kendine acı çektirmekten ve hırpalamaktan uzak duramazdı. Zihninin bir yerlerinde bir azaba hazırlanmasına neden olacak bir düşünce dönüyordu. Net olmamasına rağmen bir gün saklandığı derinlikten çıkacak, yüzeydeki her şeyi önüne katıp onun fırtınası, hatta ölümü için yeterli güce kavuşacaktı. Tabii bu düşüncenin filiz vermesi için bile çok uzun bir ömrün geçmesi ve herkesin bir gün ulaştığı o nihai ana kavuşması gerekiyordu. Çünkü her şeyin başlaması için her şeyin bitmesi gerekirdi. Bitişlerin bitiminde ve başlangıcın başlangıç anında ancak olması gereken olurdu. Bazı şeylerin sadece zamanı vardı. Zamanları dolmadan ve zamanları olmadan onlarla kimse buluşamazdı. Ve buluşamamıştı.
Kapanış anonsunun gelmesine paralel olarak Alinda’nın zihnine birkaç cümle düştüğü için bir hayalet gibi hareket ederek üzerini değiştirdi. Servis için beklemeye başladığında bile yine aynı cümleler vardı. “İnsanlar karmaşık yaratıklardır. Davranışlarının anlamları değişken ve önceden tahmin edilmezdir. Onların görünen davranışlarına göre onları herhangi bir konuma yerleştiremeyiz.” Bu duyduğu bir cümle değildi. Zihni ansızın bu kelimeleri sıraya koymuş ve onu çıkamayacağı bir bataklığın içine sürüklemişti. Nedensizce bu cümlelerin karamsarlığına girerken aklında buna neyin neden olduğu sorusu da dönüyor, o anda da sonrasında da sadece bir isme onu götürüyordu. Artık ayrılması farz haline gelen ama asla bununla ya da onunla ilgilenmeyen sevgilisine ulaşmaktan başka yolu yoktu.
Servisin basamaklarına tırmanıp çıkarken hareket etmeyen dudaklarının aksine zihni bir an durmadan düşünmeye devam etti. Hiçbir şeydi. Onun için hiçbir şeydi. Hiçbir zaman onun hiçbir şeyi olmamıştı ve gelecekte de olmayacaktı. Bunu kabullendi. Bir inat, bir savaş ve bir iddia olarak gördüğü ilişkiden o anda sonsuza kadar gitti. Çünkü bunu, onsuzluğu her an düşünebiliyorken ve bunun olmasına ihtiyacı varken onunla olamazdı. Tarık hiçbir zaman kendinden bir parça olmamıştı. Birilerine bir şeyleri kanıtlamak için kendine ihanet ettiği ve hatta kendi kurallarından taviz verdiği bir baş ağrısıydı. Çocukken gördüğü ilişkiden çok uzak olan bu olması gerektiği düşünülenden uzaklaşmayacak, bunu bitirecekti. Kafasında her anını rahatsız eden duygulardan da sorunlardan da sonsuza kadar kurtulacaktı. Çünkü bu yaşadığı bir paylaşma, beraber yol alma değildi. Her şey sadece onun üzerindeydi. Ve hal böyleyken bu bir işkenceden başka bir şey olamazdı.
Boş bir koltuğa oturduğunda hızla kararını vermişti. Rahatlamıştı ve bu kesinlikle ama kesinlikle inkâr edilemezdi. İyi ya da kötü bir karar alabilmek kararsızlıktan iyiyken Alinda o an gerçeği biliyordu. Doğru olan kararı almıştı. Grilerde yaşamaktan kurtulmuştu. Alışkanlığa değil sevgiye ihtiyacı vardı. Bu zamana kadar olanlarda da bu yaşadığında da sadece ihtiyaç duyduğu sevgiydi. Ama hiçbiri ona aradığını verememişti. Ki kendisi bile bunu aradığının ya da onun ihtiyacında olduğunun farkında değildi. İhtiyacını bilmeyen aradığını bulamazdı ve her anı bir başka sona giderdi. Alinda içinde bir kez daha son yazılmıştı. Lakin bu defa yenisi eskilerinin hatalarından çok uzak olacaktı. Yolu yanlışa gidecek olsa bile kendinde neyin, ne kadar eksik olduğunun bilincinde geleceğine değil şu anına müdahale edecekti. Her zamanki gibi değil, olması gerektiği gibi şimdiye odaklanacaktı. Şimdi ne olacaktı? Sadece şimdinin nefesi ile yaşaması gerekiyordu. Gelecek için yaptıklarının hepsinden pişmandı ve belki de itiraf etmek ne kadar güç olsa da geleceği olarak gördüğü hiçbir şeyi sevmiyordu. Kendini bir olması gerekenler masalına inandırarak bu ana gelmişti. Ve onun her şeyden önceki sorunu da buydu. Bu anda olduğu yerdi.
Alinda’nın servisi Gezi Parkı’nın önündeki metro çıkışında durduğunda otobüsten en son inen kendisiydi. Bunun son olduğunun farkındaydı. Son kez inecekti. Kısa yolunda çok uzun zamanda çözümleyemediği sorunlarına çareler bulmuştu. Yapması gerekenlerin farkına varırken karar vermiş her insanda olduğu gibi onun önünde de kimse duramayacaktı. Kendisi bile bu defa kendine sınırlar koymasına neden olamayacaktı. Sonu ne olursa olsun diyerek bu defa kaygı gütmeden sadece başka bir beni, kendini, ortaya çıkaracaktı.
Meydana çıkmasının ardından Şişhane’ye gitmek için otobüs durağına inmek yerine İstiklal Caddesi boyunca yürümeyi tercih etti. Yetişmesi gereken bir şey yoktu. Artık yoktu. Çünkü daha fazla ilgilenmesi gerektiğine inandığı şeyler için yaşamaktan uzaklaşmayacaktı. Tezi öyle ya da böyle yazacaktı ama bunun için hayatını feda etmeyecekti. Olması gereken kısımdan çok öndeydi. Saçma düzeninde devam ederse birkaç ay içinde tezini bitirmiş olması işten bile değildi. Kendinden, isteklerinden vazgeçerek kendini soktuğu kalıptan çıkmaktan başka bir şey istemiyordu. Doktorasını bitirmeyi istese de artık akademide kalmaktan yana bir parça hevesi bile yoktu. O sadece resimlerini yapmanın peşindeydi. Kazılarda bulunmaktan uzak durması söz konusu bile olmasa da akademisyen olmayacaktı. Serbest pek çok arkeolog gibi kazı zamanlarında yine en sevdiği şeyi yapacak ama sonra yine evine dönecekti. Nerede olduğunu bilmediği evine er ye da geç hep dönecekti.
Kararları ve kararlılığı netleşirken zaman daha hızlıydı. Caddede hızla yol almasının ardından Yapı Kredi Kültür Sanat’ın önündeyken durup henüz yeni açılmış olan mekânlardan biri dikkatini çekti. Ama henüz zamanı değildi. Birkaç saat daha vardı. Şu anda ona sadece ve sadece içecek bir şeyler gerekiyordu. Danstan önce içmek istiyordu. Adımlarını sıklaştırarak gerideki bir mekâna gitmeye karar verdi. Ara sokaklardan geçerken bir zamanlar arkadaşları ile girdiği sokağı kolaylıkla buldu. Canlı müzik bile başlamamış olmasına rağmen tek başına dikkat çekmeyeceği bir masaya oturdu. Birbiri ardına biralar sıralanırken zihninin farkındalığı giderek azaldı. Yine de ne yaptığının farkındaydı. Bilinçli bir sarhoşluk halindeydi. Bununla birlikte daha fazla geciktirmemesi gereken mesajı anımsayarak telefonunun ekranına bir süre baktı. Dokunmatik ekran üzerinde parmağı kısa süre hareket ettikten sonra nihayet atılması çok uzun zamandır ertelenen mesajı attı. Bu kesinlikle rahatlamasını sağlayan ilk şey değildi ama son da olmayacaktı.
Sevdiği şarkılar artık çalmazken akşam gördüğü yere yeniden gitme kararı aldığında saat çoktan gece yarısını geçmişti. Etrafına bakmaktan daha çok adımlarına bakarken gülmek istemedi ama buna engel olamadı. Biraz fazla içtiğinin farkında olmasına rağmen daha fazlası için gittiğini de kendine inkâr etmedi. Ki kendine asla yalan söylemezdi ve üzerinde de sarhoş olanlara özgü bir dürüstlük vardı. Bu da yaptığı şeyden ayıldığında da pişman olmayacağının en açık kanıtıydı.
Işıklar ve ses birbirine uyum sağlarken dans etmekten başka bir şeyi düşünmedi. Zihni alkolün etkisiyle onu strese sokan her şeyden bir nebze daha uzaklaşmışken özgürlüğüne ilk defa kavuşanlara özgü çekingenlikten kurtulamamıştı. Özgür hissediyor ama geçmişte onu her daim tutan, engelleyen zincirlerini unutamıyordu. Bu bir süre sonra durmasına neden oldu. O an etrafını izlerken yanlış giden bir şey olup olmadığını anlamaya çalıştı. Zincirlerini kırmış ise neden hâlâ onları hissediyordu? Yoksa o zincirlerini yapmak istediği şeylerden ve daha da önemlisi özgürlüğünden daha çok mu seviyordu?
Etrafında ters giden bir şeyler aradı. Ama hiçbir şey yoktu. Ne olursa olsun bir başka şey olmalıydı. Kendinden kaçmasına değil kendine kaçmasına neden olacak bir detay arasa da gözleri kör olmuş gibi aradığı hiçbir şeyi bulamıyordu. Bulamayışlarının ardından kendine dönemezdi. Fakat dans etmeye de dönemiyordu. Belirsiz bir yokluk çekiyordu. Yakınlarında bir şeyin ya da birinin olmasına ihtiyacı vardı. Bazı geceler evde duyduğu korku gibi ansızın bir korku onu yalayıp geçti. Isırgan ve dikenli dilli korkunun geçmesine o gecelerde bir çare bulurdu. Yalnız kalma korkusunu film izleyerek, bir şeylerle ilgilenerek geçirirdi. Lakin bu defa kalabalığın ortasında gelen yalnızlığın soğuk nefesinden korunmanın da saklanmanın da bir yolu yoktu.
Gözü ışıkların geldiği tavana doğru kayarken sorunun nerede olduğundan habersizdi. Hâlâ sorunu çok uzaklarda arıyordu. Kendine dönemediğinden belki de en çok acıyı yine ve yeniden kendine veriyordu. Gözleri pembeden mora, mordan maviye ve sonra yeşile dönmeye başlamış ışıklar arasında gidip gelirken bu andan sonra ne yapacağını bilemedi. Ama gitmesi gerektiğini hissediyordu. Çok uzaklarda bir yerde olması gerekiyordu. Defalarca kez düşünüp bir türlü gidemediği o yere ihtiyacı vardı. Kapısından döndüğü yerlerden biri değildi. Kapısı olmayan bir yerin kapısından dönülemezdi. Bir boşluğa kapıdan girilemezdi. Yine de nasıl yapacağını bilmiyordu. Orası çok uzaktaydı ve giderse dönemeyecekti. Dönemediğinde de bir an bile orada kalmak istemeyecek, dönme isteği ile yanıp tutuşacaktı. Oraya gitmeli miydi? Yoksa yeniden zincirlerine sıkı sıkı, sımsıkı tutunmalı mıydı?
Lavaboya giden yolu geçerken sesin burada bile çok yüksek olduğunu kendine bir kez daha itiraf etti. Ancak hangi ses olduğunu düşünmedi. Zihninin sesinden mi yoksa müziğin sesinden mi rahatsız olduğunu kendine söyleyebilecek kadar kendisiyle barışmamıştı. Yolunu çok yanlış bir yerde aradığının farkında olan yanını susturmayı daha geriye dönen ilk adımı ile yapmıştı. Şimdi ise iyiden iyiye kanına karışan alkolle bir bütün olmuşken gölgeler arasına saklanan gerçeklerinden de düşüncelerinden de çok uzaktı. Zihni bile zihninin kendiliğinden çok uzakta, kendine yabancıydı. Özgürlüğe kavuşmak için değil de bir sabah sonra kendini yeniden zincirlerine teslim etmek istercesine uğraş içindeydi. Pişman olmak istiyordu. Korku bir tutsakken sınırlıydı. Ancak korku bir özgürken sınırlandırılamaz, kalıpların içine bir an için bile sokulamaz, çeşitliliği hiçe indirgenemezdi.
Aynadaki yansımasında kendini, gözlerinin içindeki kendinin bile görmekten kaçtığı kendini gördü. Temiz olmaya zorlanmış aynada kendine birkaç kez ilk kez baktı. Bu aynada görünen kendi değildi. Gözlerinin içindekini tanıyordu ama sarhoş olanı tanımıyordu. Tıpkı işteyken gördüğü yansıması gibi bu gördüğü yansıma da kendine ait değildi. Zorlanmış, kalıp bir karaktere sokulmak için uğraşılmış, bir noktada başarı kazanmış ama asla kendisinin ne istediğini umursamamıştı. Kendini sokmak istediği kalıp kendisine ait değildi ve yırtılmak, yok olmak için an kovalıyordu. Nasıl kendi karakteri kendini bulmak istercesine onu zorlar bir halde ise işi de onu kendinden atmaya çalışıyordu. Üzerinde emanet gibi duran hayatından memnun değildi. Her şey rayından çıkmıştı ve o çok uzun bir süreden beri hayatının yoluna girdiğine kendini inandırmıştı. Ama aynadaki gölge bunun aksini söylüyordu. Yarattığı kadın kendi değildi. Kendi yazıp oynadığı bir karakter olsa da bu o değildi. Ve yok edilmeliydi. Tek bir hamlede yok edilmeliydi. Ki bu ancak onu parçalamakla olabilirdi. Alinda bunu yapacaktı ve yaptı. Gördüğü şeyi parçaladı. Ondan sonsuza kadar kurtulmak için onu binlerce parçaya böldü. Ama hâlâ bir parça vardı.