Batı etkisindeki Türk edebiyatında kendine fazla yer bulamayan inanç teması, özellikle Cumhuriyet Dönemi roman ve hikâyesinde biraz ihmal edilmiş gibi görünür. Bu ihmal Türk sinemasında da kendini belli eder. Belki sanatçılarımızca biraz hor görülmüştür diyebiliriz. İnanç teması kendine yer bulsa dahi biraz yukarıdan bakılmış, küçümsenmiştir. İnanç teminin dışında bir de Anadolu’nun edebiyatımızda bir mekân haline gelmesi de yeni bir konu sayılır. Anadolu’nun düzyazımızda mekân haline gelmesi Milli Mücadele Dönemi edebiyatına rastlar. Dönemin eserlerinde hem inanç işlenmiş hem de Anadolu mekân olarak kullanılmıştır. Fakat burada Anadolu da inanç teması da romantiktir çünkü yazarlarımızın çoğu büyük şehirlerde doğmuş, yetişmiştir. Muhtemelen çocukluk günlerinde dini eğitim almışlardır ama Anadolu’yu tanımamaktadırlar. Bazı sanatçılar sonraları Milli Mücadele vesilesiyle Anadolu’yu görmüşlerdir. Yine de yazarlarımız inancı ve Anadolu’yu bir Anadolulu gözünden verememiştir. Anadolu, gerçek anlamda yazılabilmek için Anadolu’da yetişen yazarların eserlerini beklemiştir.


Bu noktada Nedim Gürsel’in Allah’ın Kızları romanı bize el kaldırmaktadır. Roman adından dolayı kısa bir tereddüt yaratsa da daha ilk sayfalar tereddütlerin silinmesini sağlamaktadır. Kutsal toprakların savunmasında gazi olan dedesinin not defterini bulan anlatıcı, dedesinin anılarından yola çıkarak “Cihan Harbi” yıllarını, çocukluğunun Manisa günlerini, son olarak da talihsiz Asteğmen Kubilay’ın şehit edilmesini anlatıyor. Romanın içeriği bundan ibaret değil, Cahiliye Dönemi Medine’sinde Allah’ın Kızları olarak bilinen Lat, Uzza ve Manat da zaman zaman anlatıcı kılığına girip Hz. Muhammed’in nübüvvet günlerini aktarıyor. Peki, Allah’ın kızları kim, ne yer ne içerler, nelerden hoşlanırlar? Kızlar maalesef bunların hiçbirini yapamaz çünkü onlar zamanın Kâbe’sinin en büyük ve en gözde putlarıdırlar. Arap kabileleri yıllarca onlara tapmış, onlar için adaklar adamış, kurbanlar kesmiştir. Kızlar önce putperest dönemdeki şaşaalı günlerini anlatırlar, sonra da Hz. Muhammed’in Medine’ye ikinci bir güneş gibi doğuşunu. Kızların anlatımında cahiliye döneminde önemli bir yer tutan şiir söyleme geleneğinin yansımaları görülür. Lat, Uzza ve Manat’ın yüklemsiz cümleleri, manzum şiirleri hatırlatır. Şairane anlatım, ilahelerin konuşmalarına da edebi bir hava katar. Gelgelelim ilahelerin anlatımları sadece savaş dönemine kadar devam eder çünkü İslam orduları Medine’ye girdikten sonra bizzat Hz. Muhammed, onları yerle bir etmiştir. Artık sonsuza dek susarlar. Romanda asıl anlatıcının kendine ikinci bir şahıs gibi hitap etmesi inancı sorgulayan romanın nesnelliği açısından son derece önemli. Bu da konuyu, başta dile getirdiğimiz Türk edebiyatında inanç temasına getiriyor. Eser bu yönüyle özgün bir nitelik kazanıyor.


Dedesinin notları arasında tarihte yolculuk yapan torunu, çocukluğunun Manisa günlerini anımsarken şimdi “Manisa Tarzanı” olarak bildiğimiz halk kahramanından da bahseder. Asıl adı Ahmet Bedevi olan halk kahramanından. Ahmet Bedevi Irak Türkmenlerindendir. Irak topraklarından Anadolu’ya kadar Milli Mücadele'ye katılmak için yürüyerek gelmiş, mücadelede ön saflarda yer almış, mücadele sırasında toplardan alev alan Sipil Dağı’nın ağaçlarına içi gitmiş, yenilerini ekmek için dağa yerleşme kararı almıştır. Ağaçtan yaptığı evde yaşayan Ahmet Bedevi, toplumdan soyut bir hayat yaşamaya, kılık kıyafetine dikkat etmemeye başlar. Hatta yarı çıplak dolaşır. Yıllar sonra şehre gelen Tarzan filminden sonra artık adı Manisa Tarzanı olarak anılmaya başlar. Ayrıca roman özelinde çöllerin büyük yer kapladığı Arabistan coğrafyasını düşündüğümüzde Ahmet Bedevi’nin bedeviliği de hoş bir uyum yakalar. Bedevi dışında kutsal toprakların savunulmasında son güne kadar pes etmeyen Fahrettin Paşa’nın da adı ön plana çıkar. Paşa, dedenin hatıralarında adeta masal kahramanıdır. Ne yazık ki Fahrettin Paşa’nın çabalarına rağmen Arapların İngilizler tarafından ayartılmasından dolayı kutsal topraklar kaybedilir. Romanda kutsal savunmayla ilgili çarpıcı betimlemeler bulunur. Hatta betimlemeler Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı’nı anımsatmaktadır.


Asıl anlatıcının çocukluk günlerinde ön plana çıkan arkadaşının adı İsmail. İsmail’in babası da İbrahim. Sanırım isimler bir yerlerden tanıdık gelmiştir. Belki ileride hikâyeleri de tanıdık gelecektir. “İbrahim Sendromu” diyebileceğimiz, Anadolu’da zaman zaman meydana gelen hazin olay maalesef anlatıcımızın arkadaşının başına da gelir. Aynı olay Osman Şahin’in filme uyarlanan eserinde de işlenmişti. Anlatıcı romanın son parçalarında, arkadaşının akıbetini son derece hüzünlü bir tonda aktarıyor. Bu ton, anlatıcının yıllar sonra Manisa’ya gitmesiyle öyle bir tınıya dönüşür ki herhalde çocukluğuna doğru yolculuğa çıkan herkes bu tınıyı anımsar diye düşünüyorum. Anlatıcı ve ailesinin Manisa’dan ayrılmadan önce yaşanan Menemen Olayı bu tonu devam ettiriyor. Asteğmen Kubilay’ın gerici meczuplar tarafından katledişinin betimlemeleri gerçeklikten öte gerçeğin ta kendisini aktarıyor. Bir döneme damga vuran vurmuş olayın Manisa’ya yansımaları da bizi düşünmeye çağırıyor. Anlatıcı ve arkadaşı İsmail, Kubilay’ın şahadeti konusunda ters düşüyorlar çünkü İsmail’in babası asıl şehit olanların Kubilay’ı öldürenler olduğunu düşünüyor. Anlatıcının dedesi de tam tersini öğütlüyor torununa. Bu da yaşanan olayların toplumdaki hiziplerce nasıl algılanabileceğini ortaya koyuyor. Ne yazık ki İsmail’in babası sonra düşüncelerinin esiri olacak, gerçeklikten kopacak, oğluna kıyacaktır. İbrahim idamla yargılanacaktır. Bir avukat çıkıp onu “ipten alacak”tır. Kim mi? Cevabı romanı henüz okumamışlar için mahzun bir sürpriz olarak kalsın.



Allah’ın Kızları sadece inancı sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda okuru ilk çocukluk günlerine de götürüyor. Çoğumuz o günlerde eksik veya fazla, doğru ya da yanlış, din eğitiminden geçtik. Önce dedelerimizden, büyüklerimizden imanın ve İslam’ın şartlarını öğrendik. Yaz tatilinde evimize en yakın Kuran kursuna gönderildik. Annelerimizin elleriyle işlediği küçük Kuran çantalarını boynumuzda taşıdık. Okulda öğrendiğimiz harflere benzemeyen “Kuran harfleri”ni öğrendik. Kıyametin kopacağını, kötülük yapanların cehenneme gideceğini duyduk. Karıncaları, arıları öldürdüğümüz için cehenneme gideceğimizi zannettik. Hatta rüyalarımızda kıyametin koptuğunu dahi gördük. Roman, işte çocukluğumuzun o masum dünyasına da götürmeyi başarıyor. Baştan sona içten, yukarıdan bakmadan ve İslam’ın Anadolu’daki yansımalarını tanık gözüyle aktararak. Sonuç olarak Allah’ın Kızları, kendini Müslüman olarak adlandıran her okur-yazarın uğraması gereken çok önemli bir durak. Umarım bu durakta mola verirsiniz.