Yaşadığımız bu bölgede kış mevsimi genelde yumuşak geçerdi.“Bizim zamanımızda yağan kar bir adam boyunu geçerdi. Kapı dışarı çıkamazdık.” derdi, dedem. Bu zamanda böyle kar ne gezerdi. Daha çok bir karış boyundaydı şimdi. Biz o yılları yaşayamadık. Günümüzde -küreselleşen dünyada- bir karış kar bulmak bile bizler için mucize oluyor, kar yağdığı zaman nasıl eğleneceğimizi dahi bilemiyorduk. Kış aylarında, hava sıcaklığı eksiye düşer düşmez basıyorduk isyanı, kış aylarında! Güzel insanımız güneşi seviyordu ne yapsın(!) Ne olursa olsun yine de bir karış kar da olsa eksi bir derece de olsa yaz aylarının yeri bir başkaydı. Ağustos ayı çıkar çıkmaz ona özlemimiz başlıyordu. Dört gözle bekliyorduk o günleri tekrar. 2018’in kışı da işte anlattığım gibiydi, eksiği vardı belki ama fazlası yoktu. Artık kış iyice çekiliyordu şehrimizden. Ağaçlar rengârenk açan dalları ile yaza merhaba diyordu. Güneş yüzünü gösterdikçe doğa da olanca cömertliğiyle karşılık veriyordu. Tarlalarda mahsuller boy gösteriyor, baraj suları kanallardan taşıyor, insanlar da kabına sığamıyordu…

O senenin yazı ise bir başka anlam taşıyordu bizim için çünkü yıllardır ayrı kaldığımız memleketimize kesin dönüş yapacaktık. Babam: “Artık bu kadarı yeter. Aç kalırsak da kendi memleketimizde kalırız!” diyerek bu kesin kararı vermişti. Bu karar bizi o kadar çok sevindirdi ki bu durumu tarif edecek bir sözcüğü dağarcığımda bulamıyordum. Kardeşimle sevincimizi paylaşmak için sıkıca sarıldık birbirimize. Birbirimizi boğacak gibi sararken kardeşim bir anda: “Abi” dedi. “Ama bizim orada evimiz yok ki. Nereye gideceğiz biz?” Kardeşim öyle deyince bir an için duraksadım ve ben de aynı şeyi düşündüm. Çünkü sevinçten, böyle bir düşünce aklıma bile gelmemişti. Açıkçası en ufak bir olumsuzluğu düşünmemiştim, düşünmek de istememiştim. Bir anda adeta dünyam başıma yıkılmıştı. Elinden oyuncağı alınan bir çocuk gibi, bütün umudum kırılmıştı sanki. Dudağım büzüldü, gözlerim doldu. Yere çöktüm, içimi çekerek titremeye başlayan sesimle kelimeleri zar zor toparlayarak: “Merak etme, babam orasını düşünmüştür!” diyebildim. O hâlimi kardeşime göstermemek için tekrardan sıkıca sarıldım ve gözümden bir damla yaş süzüldü kardeşimin omzuna doğru. Öylece sarılmış dururken babamın sesiyle çözüldük birbirimizden. Sesini duyar duymaz tekrardan içimi karşı koyamadığım bir umut kapladı. Hemen koşarak babamın yanına gittim. Kardeşim de peşimden koşar adımlarla geldi. Babamın üzerine atladık, ikimiz de sıkıca boynuna sarıldık. Az daha boğulacaktı adamcağız. Daha sonra kardeşime: “Dur Önder ne yapıyorsun, babamı mı boğacaksın?” dedim ve kardeşim kollarını istemeyerek kendine doğru çekti, bana da sinirli bir bakış atmayı ihmal etmedi. O öyle bakınca nedense içim parçalanmıştı. Başını okşayıp: “Kızma be kardeşim, şaka yapmıştım.” diyebildim. Babam, bize gülümseyen bir ifadeyle baktı, başımızı okşadıktan sonra bu sefer o bize sıkıca sarıldı. Annemin tehditkâr sesini işitmeseydik saatlerce böyle durabilirdik. “Galiba burada kalmayı çok istiyorsunuz? Bana yardım etmemek konusunda ısrarcı olursanız taşınmak falan yok haberiniz olsun!” O günden sonra işleri biraz daha hızlandırdık. Toparlanma, taşınma, nakliye derken her şey hazırdı artık. Vakit, gitmek için tam idealdi. Gün yeni doğuyor, yazın ilk sıcaklık denemeleri başarıyla görücüye çıkıyordu. Kamyona bindikten sonra evimize, mahallemize, bir daha hiç dönmek istemediğim bu şehre bir şey hissedemeden boş gözlerle baktım. Güneşin ilk ışıkları gözlerimi kamaştırırken güzelim memleketimize bir adım daha yaklaşmanın sevinciyle kafamı çevirdim.

İlk defa kamyonla yolculuk yapıyordum. Diğer araçlara göre biraz yavaş olduğu için yolculuğumuz gereğinden fazla uzun sürmüştü. Tabii bu da bizi bir hayli yordu. Yorgunluğumu bir an için unutturan şey ise “Köprü’ye Hoş Geldiniz” tabelası oldu. Yine İstanbul’dan çıktığımız vakitti. Güneş gülümseyen yüzüyle bizleri karşılıyordu. Oradan çıkarken ki düşüncelerimi hatırladım. Bu sefer de vakit tam varılacak vakit dedim. Demek ki bir yerden gitmenin de bir yere varmanın da vakti, doğanın uyanmaya başladığı vakit diye düşündüm. Bu sefer özlem dolu gözlerle izledim etrafı. Anlatacak çok şeyim, dinleyecek çok şeyim varmış gibi baktım. Kardeşimin sorduğu soruyu hatırladım birden. Acaba nereye gidecektik? Bu sorunun cevabını bulamıyordum bir türlü. Ne annem ne de babam bir şey söylemişti. Meraklı bekleyişim giderek artıyordu. Önder’e gözüm kaydı o sıra. Derin bir uyku hâlindeydi, uyandırmak istemedim. Gideceğimiz yere bir varalım da öyle uyandırırım dedim. Bakalım babam bizi hangi eve götürecekti. Bu düşünceler zihnimi bulandırmaya devam ediyordu ki kamyon, Adalı’ya döndü. Burası babamın köyüydü. İçimi inceden bir sevinç kapladı. Köy hayatına bayılıyordum. Demek ki dedemlere gideceğiz. Orada kalacağız. “Peki ama sürekli mi burada kalacağız? Yok, hayır, evimizi bulana kadar burada idare ederiz. Sonra da Köprü’ye taşınırız.” diye düşündüm. Bizim için sorun yoktu neticede. Hem okulların açılmasına da daha çok vardı. Köyde ortaokul vardır mutlaka diye düşündüm. Önder de bu sene ortaokula başlayacaktı. Bütün bunları yol ayrımından dedemin evine gelene kadarki beş dakikalık mesafede düşünmüştüm. Ama artık zihnimi bunlarla yormak yerine memleketimin tadını çıkarmalıyım diye kendi kendime söylendim. Kamyon kornasını çalarak evin önüne döndü. Korna sesini duyunca Önder de uyandı. “Burası neresi?” der gibi etrafına bakıyordu. Bakınırken dedemi ve babaannemi fark etti. Sanki onları tanıyamamış gibiydi. Gözlerini hepimizin üzerinde gezdirdikten sonra tekrar eve baktı. Kapının önünde onları görünce hepimizin yüzünü bir tebessüm kapladı. Babaannemin gözleri dolu doluydu. Uzaktan da olsa görebiliyordum ya da öyle olduğunu tahmin ediyordum. Kamyondan iner inmez ben babaanneme koştum, Önder de dedeme koştu. Yüzümüzü gözümüzü ıslak ıslak öpüyorlardı. Bir sürü sevgi sözcüğü sıralıyorlardı. Belli ki çok özlemişler, biz de özlemiştik. Bizi bırakınca babam ve anneme de sarıldılar, tıpkı buraya taşınacağımızı öğrendiğimde Önder’le sarıldığımız gibi. Onların da birbirlerini bırakmayacaklarını düşündüm bir an. Kamyoncunun “Abi eşyaları nereye indirelim?” sorusu böldü mutlu aile tablomuzu. Dedem yeri hazırlamıştı. Boş odaya koyulacaktı her şey. Kamyonun sesini duyan geliyordu evin önüne. Beş dakika içinde köyün gençleri ile doldu ortalık. El birliğiyle bütün eşyaları boş odaya güzelce taşıdılar, çok uzun sürmemişti. Eşyaları yerleştirdikten sonra karnımızı doyurmak için mutfağa geçtik. Babaannem, bu yaşına rağmen bize çok güzel bir sofra hazırlamıştı. Mutfağı; taze biberin kızarmış kokusu, kaynayan semaverin cızırtısı ve babaannemin gülüşü dolduruyordu. Eski günlerde olduğu gibi –biraz zor hatırlıyordum aslında- hepimiz yere serilmiş sofranın etrafına dizilmiştik. Eskilerden, duyulan özlemlerden bahsedilerek kahvaltımızı tamamladık. Ben ve kardeşim bir an önce dışarı çıkıp etrafı keşfetmek istiyorduk. Buraya yıllardır gelmiyorduk neredeyse. O yüzden bir an önce kendimizi dışarı atmak istiyorduk. Eşyaları taşırken gözüme birkaç çocuk takılmıştı. Bizim yaşlarımızda oldukları belliydi. Babama dönerek: “Baba, biz dışarı çıkıp oyun oynayacağız.” dedim. Bu talebimizi Önder ile birlikte yalvaran gözlerle yineledik. “Daha yeni geldik. Önce istirahat edin. Hem daha burada arkadaşınız yok, kimi bulacaksınız?” Ben de hemen karşı çıkarak: “Çocukları gördüm baba. Orada oynuyorlar işte.” dedim. En sonunda ısrarlarımıza dayanamayarak bize müsaade etti. Sevinç çığlıkları atarak dışarı çıktık. Hemen köyün çocuklarının yanına gidip onların arasına karışmak istiyorduk. Koşarak yanlarına doğru gittik. Beş kişiydiler. Önce bizi baştan aşağı süzdüler sonra çekinerek de olsa bizi aralarına aldılar. Hemen kendimizi tanıttık. Buraya yeni geldiğimizi, bundan sonra burada yaşayacağımızı, aslen buralı olduğumuzu söyledim. İlk kendini tanıtan Ferdi idi. Yaşıtlarımıza göre nispeten uzun boyluydu. Saçlarını üç numara yaptırmış, gözleri sanki uzaktaki bir şeyi görmeye çalışırmış gibi kısıktı. Yüzünde ve kulağında ufak tefek yara izleri görünüyordu. Berber tıraş ederken makineyi kulağına kaçırmış olabilir diye düşündüm. Üzerinde kırmızı uzun bir tişört, altında aynı renkte bir şort ve değişik bir terlik vardı. Herkes onun arkasına dizilmiş ağzından çıkacakları merakla bekler gibiydi. Anlaşılan grubun lideri oydu. Diğer arkadaşlar da kendini tanıttıktan sonra samimi bir hava esti aramızda. “Okulun oraya maç yapmaya gidiyoruz, isterseniz gelebilirsiniz.” diyerek ilk teklifte bulunmuşlardı. Bu bizi çok sevindirmişti. Kardeşimle göz göze gelip güldük ve peşlerine takılıp köyün meydanına doğru yürümeye başladık. Yürürken kardeşimin elini bırakmıyordum. Arkadaşlarımız da bizleri tanımaya, kendilerini ve köyü tanıtmaya çalışıyorlardı. Geldiğimiz yerle ilgili bir sürü soru soruyorlardı. Sorduklarına bakılırsa köyden dışarı çıkmamışlardı. Verdiğim cevaplar karşısında şaşırıyorlardı ve yüzleri değişik şekillere giriyordu. İlk intibah son intibahtır derler, ilk izlenimlerim çok güzel olmuştu.İstanbul’dan, o soğuk insanlardan, samimiyetsiz şehirden kurtulduğuma bir kez daha şükrettim. Okula doğru yürürken etrafımı izlemeyi de ihmal etmiyordum. Boy boy ağaçlar, uçsuz bucaksız yeşillikler ve orada yayılan besili hayvanlar… Etrafa karşı duyduğum hayranlığa kendimi kaptırmıştım ki Ferdi’nin dürtmesiyle kendime geldim. “Haydi Umut, senle kardeşin bugünlük bizim takımdan olun. Eğer iyi oynamazsanız veririm karşıya ha!” Tehditkar bir şekilde baş parmağını sallarken kaşlarını çatıp, gözlerini kısmıştı. Hemen ekledi: “Şaka yapıyorum, sakın alınmayın ha!” Ben de şaka yaptığını anladığımı belirtir bir gülümsemeyle hafifçe omzuna vurdum. Hemen takımlarımızı oluşturup maça başladık. Maçın heyecanına o kadar çok kaptırmışız ki kendimizi zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Akşam ezanı okunuyordu. Mahallede kural buydu, akşam ezanı okunduğu zaman oyun biterdi. Ezan okunurken herkes bir anda dağılmaya başladı. Biz de Ferdi ile beraber eve doğru yöneldik. Onların evinin de bize yakın olduğunu öğrenince çok sevinmiştim. Gerçekten iyi bir çocuğa benziyor diye düşünüyordum. Eve gelene kadar bize köyle ilgili, diğer çocuklarla ilgili bir sürü şey anlattı. “Artık arkadaşız Umut. Kardeşin Önder de benim kardeşim sayılır.” Ben: “Teşekkür ederim, Ferdi. Çok sağ ol. Biz de gerçekten çok memnun olduk seninle tanıştığımıza.” diyerek aramızdaki samimiyeti ilerletmek istediğimi açıkça gösterdim. Onların evinin önüne gelmiştik. Henüz ayrılmıştık ki arkamızdan seslendi: “Umut, Önder! Yarın kanala gideceğiz, gelmek ister misiniz?” “Orası neresi, ne yapacağız orada?” “Çok güzel bir yer, kanala girip serinleyeceğiz, sabah sizi çağırırım isterseniz.” Önce Önder’e baktım, acaba ne düşünüyor diye. O da bana gülümseyen gözlerle bakıyordu. “Tamam, bekliyoruz.” diye bağırdım. Onun cevabını beklemeden eve doğru yöneldik. Önder’e sıkıca sarıldım. Onun gözlerini öyle görünce nedense duygulanmıştım biraz. Bu huyumu bir türlü sevemiyordum. Hemen her şeye duygulanma durumu gerçekten boğuyordu beni artık. Kapıyı tıklattım, annem açtı.

Günün yorgunluğu o kadar hissettiriyordu ki kendini, günümüzün nasıl geçtiğini konuşamadan oturduğumuz yerde uyukluyorduk. Babaannem de yol yorgunuyuz diye yataklarımızı erkenden yapmıştı. Yer yatakları serilmişti odanın ortasına. Annem, babam, ben ve Önder sırayla dizildik. Uykuya dalmadan önce Ferdi’nin sözleri çınlıyordu kulağımda: “Kanala gideceğiz.” Acaba bunu babama söylemeli miydim? Bu zamana kadar habersiz bir iş yapmamıştık. O da bizi sıkmamıştı açıkçası. İzin verirdi diye düşünüyordum ama kanala gitmemize ne tepki verir onu bilemediğim için çekimser kalıyordum çünkü daha önce böyle bir teklifle karşısına çıkmamıştım hiç. Babama söylememin daha doğru olduğuna karar verdikten sonra sol tarafımda yatan Önder’e başımı çevirdim. Çok kısık bir sesle: “Önder!” diye seslendim birkaç kez. Baktım ses seda yok. Onun uyuduğunu görünce cesaretim kırılmıştı. Hem o da gitmeyi çok istiyordu. Daha sonra, “Hele bir yarın gidelim bakalım, çocukları izleriz sadece.” dedim, kendimle fısıldaşırken. Oyun oynamaya gidiyoruz diye çıkardık evden, sorun olmazdı. Bizim burada böyle eğlenceli vakit geçirmemize onlar da sevinirdi muhakkak. Sabahın nasıl olduğunu anlamamıştım. Burnuma gelen patates kızartmasının kokusuyla uyandım. Bir patates kızartmasının bu kadar güzel koktuğunu ilk defa hissediyordum. Uyandığımda çoktan sofra hazırdı. Bütün aile oturmuş kahvaltı ediyorduk. Babam, işler için Köprü’ye gidecekti. Biz de Önder ile kanala gidecektik. Daha kahvaltımızı bitirmemiştik ki Ferdi’nin sesi geldi. “Önder, Umut!” diye bağırıyordu. Heyecanla kalktık, “Arkadaşımız geldi gidiyoruz biz!” deyip güle oynaya evden çıktık. Arkamızdan hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Önce bir karnınızı doyursaydınız!” “Nereye gidiyorsunuz?” Biz ise çoktan avlunun dışına çıkmıştık, hiçbir ses duymuyorduk. Ferdi’ye, “Kanal nerede, ne yapacağız orada?” diye sordum. “Okulun arkasında hemen. Köyün çocukları orada olur genelde. Büyük ve geniş bir kanalımız var. Bu havalarda gidip orada serinleriz.” “Ama ben evdekilere haber vermedim. Hem yüzmeyi çok bilmiyoruz, ya boğulursak, ya başımıza bir şey gelirse?” “Korkmayın, bir şey olmaz. Daha hiç boğulan olmadı. Zaten çok kalabalık olduğu için yüzmeye yer bulamazsın. Sadece serinlemek için girip çıkarsın.” Pek içime sinmedi aslında ama yine de çok merak ediyordum. Ferdi anlattıkça Önder’in de gözlerinin içi parlıyordu. Merak, istek, heyecan tarifsiz bir sürü duyguyu barındırıyordu. Aslında gideceğimiz yer yakındı. İlk defa gittiğimizden midir nedir çok uzak gelmişti bize. Okulu geçtikten sonra kanaldan önce hafif bir insan topluluğu göründü. Tam da o sırada Ferdi, “Geldik işte!” diye bağırdı ve koşmaya başladı. Tanımadığım bir sürü isim sayıyordu koşarken. Koşuyor, bağırıyor, bu arada da soyunuyordu. Biz de peşinden yetişmek için koşuyorduk. Kardeşimin elini de hiç bırakmıyor, onu biraz da sürüklüyordum. Kanalın yanına geldiğimizde Ferdi çoktan atlamıştı. Suyun altına batıp çıkıyor, sırt üstü dönüyor, kanalın içindekilerle şakalaşıyordu. Kendinden emin haline bakılırsa yüzmeyi iyi biliyordu. Kanal dediğinden büyüktü. Baya derin ve geniş görünüyordu. Bakıldığında özel olarak yapılmış bir havuzu andırıyordu. Dün tanıştıklarımız dışında birkaç kişi daha vardı. Onlarla da tanıştık. Ferdi, suyun içinden bağırıyordu. “Hadi gelin, ne duruyorsunuz? Bizi izlemeye mi geldiniz?” Hava da iyice ısınmaya başlamıştı. Yazın ilk günleri olmasına rağmen sanki ağustosun ortasında gibiydik. Önder, “Abi hadi girelim ne olur? Bak hava da çok sıcak. Çok da derin değil, bir şey olursa bir sürü insan var abi hadi ne olurrr!” diye ısrar etti. Onun bu yalvaran hâline rağmen hiç taviz vermedim. Tabii ki ben de girmek istiyordum ama tehlikeli olduğunu düşündüğüm için çekiniyordum. O yüzden azarlayan bir ses tonuyla: “Hayır, olmaz! Belki sonra.” dedim. Hemen suratı düştü, gözleri doldu. Kafasını öne eğip kesik kesik inlemeye başladı. Hiç bakmıyordum ona çünkü bakarsam hemen yumuşardım, biliyorum. Ama Önder ısrarlarına devam ediyordu. Ferdi de oradan söylenip duruyordu. “Yok Ferdi, biz bugün girmeyeceğiz, belki sonra.” diye bağırdım. Kardeşim ise hâlâ çekiştiriyordu beni. Birkaç kere elimden kurtulmaya yeltendi. Fark eder etmez hemen sıkıca tuttum elini. Gözlerimi dikerek baktım ve gayet sert bir ifadeyle “Olmaz” dedim. Onu ilk defa böyle görüyordum. Sanki kanaldaki bir şey onu çağırıyordu. Beni, onu tuttuğum elimi hiçe sayıyordu resmen. Güneş de tam tepemize vuruyordu, bir gölge aradım. Bulunduğumuz alanda ağaç yoktu. Etrafıma baktım yakınlarda da yoktu, çorak bir araziye benziyordu. Böyle bir suyun yanında nasıl ağaç olmaz diye şaşırmaktan kendimi alamadım. Sesler, kalabalık, suyun çıkardığı o ses beynimi döndürmeye başlamıştı. Sıcağın altında beynimin kaynamaya başladığını hissediyordum. Bir an sendeler gibi oldum. Bu fırsattan yararlanan Önder, elimi ittirerek birden kurtuldu benden. Kanala doğru hızla, arkasına bakmadan koşmaya başladı. Benim yakalayacağımdan endişe ederek elbiseleriyle birlikte kanala atladı. Ne olduğunu anlayamadan bir anda gerçekleşen bu olay karşısında şok yaşıyordum. Şoku kısa sürede atlatıp hemen silkinerek kendime geldim ve peşinden koştum. Önder, kanalda görünmüyordu. Hemen ardından ben de atladım. Ferdi ve diğer çocuklar da suyun içinde çırpınıyordu ama Önder bir türlü çıkmıyordu suyun üzerine. Kanalın dibine daldım, Önder de yavaş yavaş suyun üzerine çıktı. Birkaç defa çırpındı, ellerini havaya kaldırdı. Boğuk, anlaşılmaz bir şekilde bir şeyler söylüyordu. On-on beş saniye sonra tekrar battı suyun dibine. Biz ise sanki okyanusun ortasında kalmış gibi çaresizdik. Böyle bir olay karşısında nasıl hareket edilir hiçbirimiz bilmiyorduk. Hepimiz ortaokula giden çocuklardık en nihayetinde, birimizi kurtaralım derken hepimizin de boğulma ihtimali oldukça fazlaydı. Önder tekrardan suyun üzerine çıktığında artık hareket etmiyordu. Elini oynatmıyor, dudakları kıpırdamıyordu. Bedeninde can kalmamıştı. Zar zor kanaldan çıkarıp toprağa yatırdık ama elimizden bir şey gelmiyordu. Önder, orada öylece yatıyordu. Ben ise sıkıca sarılmış ağlıyordum. Sesimizi duyan köylüler geldi. Bizi arabaya bindirip eve götürdüler. Annem, bizi öyle görünce olduğu yerde dondu kaldı. Yüz ifadesi ömrüm boyunca tekrar göremeyeceğim, anlatamayacağım bir şekle büründü. Babaannem bir tokat atarak kendine gelmesini sağladı. Hemen arabaya bindi. Hastaneye vardığımızda Önder çoktan hayatını kaybetmişti. Hastane koridorlarını inleten tiz bir sesle ağlıyordu annem. Ağıtlar yakıyor, anlayamadığım bir sürü şeyi tekrarlıyordu. Ağladığı için ne dediğine bir türlü anlam veremiyordum. Belki bana kızıyor, belki de kardeşimin ölümünü kabullenemiyordu. İkisinin de olması gayet muhtemeldi. Ben ise olayın şokunu atlatamadığım için bir köşeye çöküp kalmıştım. Kimse benimle ilgilenmiyordu. İlgilenmelerini de istemiyordum zaten. Çünkü bunun hesabını veremeyeceğimi biliyor, bütün kabahatin bende olduğunu düşünüyordum. Kendi kendime bütün suçu yüklenmiştim. Bir kardeşime sahip çıkamamıştım, elini bile tutamamıştım. O köşede öylece dururken bir anda her yer bulanıklaştı ve hastane, insanlar yavaş yavaş küçülmeye başladı. Tanımadığım biri bana doğru yürüyordu. En son hatırladığım şey bu oldu.

Gözlerimi açtığımda evde yatıyordum. Babaannem başımdaydı. Annemi ve babamı göremiyordum. Ev üst üste insan doluydu. Neler olduğunu yeni yeni hatırlıyordum. Sanki yaşananlar kare kare yükleniyordu zihnime. Her bir kare açıldıkça başıma dayanılmaz bir ağrı saplanıyordu. Her bir kare müthiş bir acı veriyordu. Olanları tekrardan yaşıyor gibiydim. Orada öylece, yaşayan bir ölü gibi uzanırken sadece Önder’i oraya neyin çektiğini düşünüyordum. Onu çağıran her neyse Önder ona koşarak gitmişti.

Kardeşimin hayatı elimden kayarken o ise onu çağırana koşuyordu.


Mart 2020/Taşlıçay