Yine tanımadığım o kalabalığa girecek, boğazım yırtılana kadar, alnımın ortasından geçen kalın ve o eski damarım çatlayana dek ucuz mallarımın birer markadan ibaret olduğunu söyleyecektim. Sosyete olmayı başaramamış fakat sosyete gibi görünmeye çalışan bu süslü kadınlar da en az benim kadar tezgahımdaki parçaların ufak bir atölyede üretildiğini, iki yıkamadan sonra renginin solacağını, ipinin çözülüp gideceğini, yakında bir paçavraya benzeyeceğini biliyorlardı. Onlarla hiçbir masada oturmadığım halde aramızda bir anlaşma var gibiydi.” Ben falanca markalar, ihracat fazlası bunlar “diye bağıracaktım; onlar ise kendilerini bu yalana inandırarak ürünlerimi satın alacaklardı. 


 İşte başlıyorum. Eldivenleri giyip halatları teker teker tentenin kancalarından geçiriyorum. Uçlarını sıkı birer düğüme çevirirken, halatların boşta kalan uçlarını pazar alanına çekilmiş direklere bağlayarak gün boyu tepemin üstünde duracak olan çatıyı inşa ediyorum. Sanırım işimin en sancılı kısmı bu. Binlerce kez aynı duvarı örüp ardından yıkmak gibi. O ihtiyaçların en değerlisi olmasaydı kurumayan nasırım sürekli azmaz, çatlayan tırnaklarım sürekli aşınmazdı. Bunca uğraşım, yaram ve berem elbet boşa değildi. Bu çatı yeri gelir yağmurdan, yeri gelir güneşin bunaltıcı etkisinden korurdu beni. İnsanın güvenebileceği, altında durabileceği bir çatının olması gerçekten büyük bir şans. Bazı pazarcı arkadaşlarımın yağmur yiyen mallarını, güneş yanıklarıyla dolu tenlerini her gördüğümde Tanrı’ya binlerce kez şükrettiğim olmuştu. 


Mallarımı çuvallardan çıkarıp tezgâhın üzerine döktüğüm vakit bizleri her cumartesi yalnız bırakmayan, on yılı aşkın bir zamanda sürekli selamlaştığım Koray aksayan ayağıyla, elinde balon gibi şişirip söndürdüğü, sararan şeffaf poşetiyle tezgâhın önünden geçiyor, “Hayırlı işler Aydın abi.” diyerek iyi dileklerini sunuyordu. Dost, dediği ardından hiç kopmayan cılız, bakımsız iti yine peşindeydi. Bu it bile zamanla beni tanır olmuştu. Her geçtiğinde titreyerek dilini çıkarır, beni selamlar sonra Koray’ın peşinden yol almaya devam ederdi. Koray ve cılız itini severim aslında. Bugüne kadar ne kimsenin malını çalmış ne de canına kastettiği olmuştur. Deyim yerindeyse zararsız bir insandı. Fakat onu tanımak onunla sohbet etmek hiç kolay değildi. Hatta öyle ki onu gördüğüm ilk zamanlar sağır ve dilsiz olduğunu düşünmüştüm. Ta ki sesime kulak kabartıp verdiği yanıtla beni heyecanlandırana kadar. Korayla en uzun soluklu sohbetimizi hatırlayamam ama utandırıldığım bir anı dün gibi hatırlarım. Sabahtan kalan yiyemediğim bütün bir simidi Koray’a uzatmıştım. Teşekkür eder gibi başını salladıktan sonra ikiye bölüp yarısını cılız itinin önüne atmıştı. O an kendimi tutamayıp 


 “Ulan daha kendine bakamıyorsun şu iti ne diye peşine takıp eziyet ediyorsun?” 


Elinde kalan simidin yarısını bana geri vererek “Dost abi, dost.” demiş poşetinden bir nefes aldıktan sonra arkasını dönüp istasyon duvarına doğru yol almıştı. 


Dışardan görenler Koray’ın beyaz ruhunu kara lekelerle doldurduğunu, acınası ve perişan bir hayat yaşadığını söyler. Onlara göre Koray bu sefaletten kurtulmak istiyorsa temizlenmeli, tıraş olmalı ve kimsenin tam olarak bilemediği fakat her defasında tekrarladığı o adam akıllı işi bulmalıydı. Eğer bunları başarabilirse sefalet gidecek yerine mutluluk gelecekti. Benim bu konudaki görüşüm birçoğuna ters düşerdi. Koray’ın mutsuz olduğunu düşünmüyordum. Duvarın dibine bakınca bir elinde sıkıca tuttuğu poşeti, diğer elinin altında cılız itinin ufacık kalmış kafasının olduğunu görüyorum. Yüzünde zorlanmadan çıkardığı bir tebessümle gözlerini kapatmıştı. Kim bilir ne düşlüyordu? İçine daldığı dünya nasıl renkli, nasıl zevkli ki yaz, kış demeden saatlerce duvar dibinde durabiliyordu. Paraya, insanlara, gökyüzüne ve toprağa ihtiyacı yoktu. Sırtını yasladığı şu duvar buralardan uzaklaşması için yeterliydi. O sınırları hareket etmeden geçen tek göçebeydi. Korayı görünce heyecanlanmamın diğer sebebi de zihnimde uyanan bir ezan sesine benzemesiydi. O bu tezgâhın önünden geçince bir çağrı gibi çarpar suratıma. Ve az vaktimin kaldığını, derhal hazırlıklarımı tamamlamam gerektiğini anlardım. Yoğunluk başlayacak, insanlar pazar alanına akın edecek. Bu sakin cadde yırtık ve gürültülü ses yığınları arasında kaybolacaktı. 


Mallarımı birer bayrak gibi askıya yerleştirip asarken ilk müşterilerim gelmeye başlamıştı. Kısa sürede tezgâhın etrafı etten bir çemberle örülmüştü. Ben ise ayağımdaki çoraplarla tezgâhın üzerine çıkmış, o et yığınının her köşesinde dolaşarak poşet verip para topluyordum. Bir an tezgâhın önünde büyük, çetin bir kavga kendini gösterdi. İki kadın ucundan tuttuğu penye parçasını kapmak için çekiştirip duruyordu. Birbirlerini böyle alt edemeyeceklerini anlayınca önce sözlü atışma sonra boşta kalan elleri saça başa dolandı. Aynı penyeden birkaç adet olduğunu söylemek, ayrılmalarını beklemek ne mümkün. Dinlemezler bile. Ah şu kadınların delice ihtirasları bana sürekli aynı sahneyi yaşatıyor ve ben o sahneyi, hüküm süren kargaşayı hep tanıdığım bir sonla bitiriyordum. Penyeyi ellerinden söküp ikiye böldükten sonra sitemle göğüslerine atıyor ve ardından patlatıyorum sözümü “Yaptığınız ayıp değil mi, kaç yaşında insanlarsınız?” deyince nihayet ar damarları kabarmaya başlamış, sakince saçlarını başlarını toparlayarak farklı yönlere doğru yürüyüşe geçmişlerdi. 


Olan yine bana bir hışımla yırttığım penye parçasına olmuştu. Keşke ben de onlar gibi hemencik sakinleşebilseydim. Şakaklarıma kadar vuran sinir gözlerimi seğirtirken, tenimi hararet kıstırıyordu. Piç Mustafa yanıma gelerek “İyi misin Aydın abi, su vereyim mi?” diye soruyordu. “İyiyim gülüm, birazdan geçer suya gerek yok” diyerek geri gönderiyordum. Böyle iyi niyetli bir çocuğa neden piç dediğimi merak edecek olursanız bunun sorumlusu ben değildim. Amire göre Mustafa on kişilik bir çete örgütünün başıydı. Bu örgüt günün en sıcak saatlerinde mavi leğenlerinin içindeki soğuk su ile çıkardı pazar alanına. Yaşları on dördü geçmeyen, elli metre aralıklarla konuşlanmış, pazarın başından sonuna kadar sürekli kopan ve bağlanan demir bir zincir gibi sıralanırlardı. Her birinin gözleri keskin, kulakları iyi işitirdi. Hızları ise hat safhadaydı. Müşteri daha su diyemeden ellerini leğene daldırıp suyu dudaklarına uzatırdı. Susuzluktan dili damağı kuruyan, sıcaktan bayılmak üzere olan insanların ayaklı itfaiyecileriydi. Ama amire göre yasa dışı birkaç piç. Ve hemen çökertilmesi gerekirdi. Onlar dünyanın en hızlı vergi kaçakçıları olarak görülmeseydi eğer devletin üniformalı sopaları havaya kalkmaz, ağzındaki ıslıklarla bu çocukları kovalamazlardı. Leğeni kaptırmamak ve coplanmamak için sürekli kaçmaları gerekirdi. O yüzden günün belli zamanlarında tezgahımın altına leğenler girip çıkardı. Bir keresinde amirin de aralarında bulunduğu geniş çaplı operasyonda çocukların hepsi kaçmayı başarmış fakat Mustafa yakalanmıştı. Kulaklarından tutulup sürüklenerek tezgahımın önüne getirilmiş, ensesine yediği sert şaplakların ardında amirin sorgusu başlamıştı. “Söyle lan nereye sakladın suları, söyle yoksa kırarım ayaklarını.” Amirin dilinde nefret, Mustafa'nın gözünde onu ele vereceğimin korkusu vardı. Amir hırpalamaya, sövmeye, hakaret etmeye devam etti. Ezilip bükülmeyen yalnızca susan ve direnen Mustafa’yı konuşturamayacağını anlayınca yakasını bırakıp yüzüne hakikatli bir tokat savurduktan sonra gitmesine izin vermişti. Kocaman göbeğiyle bana dönerek, tehditkâr parmağını havalandırıp “Bu piçi senin koruduğunu biliyorum. Sen beni değil devleti karşına alarak bu suça ortak oluyorsun ama merak etme yakında hepsinin köklerini kazıyacağız.” demişti. Günahını almak istemem ama beni ihbar eden şu gudubet suratlı bakkal olmalıydı yoksa çocukların dıştan desteklendiğini, sığınakları benim yanım olacağını nerden bilebilirdi ki. Amire “Evet onları destekliyorum; kalbim her seferinde beni bu suça ortak etti ve ben bu suçla huzur buluyorum.” diyemesem de yüzüne karşı sırıtarak durumdaki memnuniyetimi göstermeyi başarmıştım. 

 

Güneş bunaltıcı etkisini azaltırken, memurlar mesailerini bitirip pazar alanına akın ederken boynuna muska gibi geçirdiği maşrapasıyla işte yine geliyor, yine bağırıyor. “Allah kazadan beladan korusun abilerim, ablalarım.” diye. İtiraf etmeliyim ki bu kadını önceden hiç sevmezdim. Hatta onun suratını görünce iştahımın kaçtığı, gün boyu bir şey yemediğim de olmuştu. Ta ki onu yakıp kavuran hikayesini öğrenene kadar. Anlatırken ağlıyor, göz yaşlarını bazen omuzuna sürüyor, bazen de içinde bozuk paralar olan maşrapasına dökülüyordu.  


 Sadece ayrılmak istedim. Beni dövmesini, dudağımın şişmesini, gözümün morarmasını artık istemiyordum. Ağzımın kenarında kan akarken bile kemerle vurmaya devam edecek kadar cani bir adamdı o. Ama kararlıydım söyleyecektim. Son bir dayağı kaldıracak kadar gücüm ve cesaretim vardı. Hem bu sefer kendim için yiyecektim. Özgürlüğümün bir bedeli olarak düşünüp diğerleri kadar acı çekmeyecektim. Eve her zamanki gibi asabi geldi. Bugünün bahanesini arıyordu belki de. Zaten her zaman bir bahane bularak döverdi beni. Yemeği neden geç yaptın, çay böyle mi demlenir, bu gömleğin ütüsü nerde gibi bahaneleri sıklıkla kullanırdı... Çoraplarını çıkarıp yuvarladıktan sonra önüme attı. O kumandayı eline alırken ben söze nasıl başlayacağımı düşünüyordum. Bunun bir usulü var mı bilmem ama istediği bahane dudaklarımın ucundaydı ve çıkmak için can atıyordu. Evet, söyledim. Ayrılmak istiyorum, senden kurtulmak istiyorum dedim. Kararım ve cesaretim onu ürkütmüş olmalı. Hemen saldırmadı; bir süre boşluğa düşer gibi durdu ayakta. Sonra ellerini beline koyup kamburlarını çıkararak salonda volta atmaya başladı. “Demek ayrılmak, demek gitmek he.” Diyerek kendisine tekrarlıyordu. Sanki sözlerimi idrak etmeye çalışıyor, içindeki karşı koyuşun ciddiyetini arıyordu. Her tekrarda biraz daha öfkeleniyor, boğazından çıkan hırıltılarla korkunç bir şeytana dönüşüyordu. Sonra gözlerini gözlerime dikerek ve dişlerini sıkarak “Benden ayrılırsan kimse yüzüne bakmaz, aç kalır dilenirsin.” demişti. Özgürlüğün rüzgarını içine çekmiş bir kadın için korkutucu gelmiyordu bu tehditler. Ona cevap vermedim. Yolumdan dönmeyeceğimin, gitmekte ne kadar kararlı olduğumu görmesi için sadece başımı iki yana salladım. Sonra yüzüme bir yumruk, bir yumruk daha... Gözlerim kararırken uyanınca özgür bir kadın olacağımı düşleyerek yığılıyordum yere. Sabaha kalmadan bir acıyla uyandım. Sanki karanlık dağılmadan güneş bir adım daha yaklaşmıştı bana. Yüzüme değerek yakıyor, kaynatıyor, ellerimi eriterek koparıyor gibiydi. Acının ne demek olduğunu anladığım anlardı. Yangının acısı beni nefessiz bırakmış, içime çaresiz bir çığlık gibi düşmüştü. Neden acı çektiğimi anlamış değildim. Hiçbir dayağın acısı bu kadar uzun sürmezdi. Öyleyse neydi beni yakıp kavuran şey? O an tek istediğim toprağı eşeleyip yüzümü ve ellerimi onun nemine gömmek ve acı dinene kadar orda öylece beklemekti. Koşarak kapılardan, sokaklardan ve caddelerden geçiyordum. Beton yığınlarının arasında bir avuç toprak bulmak meğerse ne zor imiş. 


Her seferinde kazamayacağım betonlara çakılarak tükeniyordum. Sonra kalabalıkları sessizliğe döndüren kulağımın tam ortasında patlayan çığlıklarımı duyuyordum. Tepemdeki donuk insanların, çığlıklarımın arasında birer birer kayboluşumu hatırlıyorum. Deliksiz bir uykudan sonra acım dinmiş, çığlıklarım sönmüş halde iki elim sargıda bir hastane odasında uyandım. Neden bu haldeyim, kaç gündür buradayım, kim getirdi? Etrafımda tüm sorularımı cevaplayacak birileri olmalıydı mutlaka. 


Nihayet başı eğik, gözleri ayakkabısına bakan, gerginliği her haliyle anlaşılan doktor başucuma kadar geldi. Bir yandan elindeki kağıtlara bakıyor, bir yandan da bana borçlu olduğu açıklamayı yapıyordu. Burası bir yanık ünitesi Hatice. Patlamalardan, yangınlardan, asit kazalarına veya saldırılarına uğrayan kişileri tedavi ettiğimiz yer. Senin de yüzünde ve parmaklarında üçüncü dereceden yanıklar tespit ettiğimiz için buradasın. Yaralanma sebebin asit. Yani halkın bildiği tabirle kezzap. Kocan önce parmaklarına sonra da yüzüne kezzap dökmüş. Bu tür saldırıların ana vatanı olarak kabul ettiğimiz İran, Hindistan ve Pakistan'la sınırlı kalmıyor artık. Başta ülkemiz olmak üzere hemen hemen tüm dünyaya yayıldı. Coğrafyalar değişse de altında yatan nedenleri hep aynı olduğu tahmin ediyor ve biliyoruz. İnsanlar artık ceza yöntemi olarak karşı tarafın hayatının son bulmasını istemiyor, cezayı bir ömür kendiyle beraber taşımasını istiyor. Asitten göğsü paramparça olanlar, ağzı ve burnu yok olanlar, kafasında bir tutam saç kalmayanlar, bir veya iki gözünü birden kaybederek karanlığa mahkûm edilenler var. Bu caniliği tedaviyle kısmen düzeltsek de tamamen eski haline döndüremiyoruz maalesef. O an kirpiklerimde bile birikemeyen, gözlerimde hapis olan yaşlarla, dilimin muhtaçlığıyla “Yüzüm çok mu kötü halde?” diyorum. Doktor duraksayıp yatağıma bir adım daha yaklaşıp beyaz önlüğünden aynasını çıkararak içinde duran, bana bakan yaratığı gösteriyor ve şükürlük bir haber verircesine, “Sen şanslı bir kadınsın. Saçların, ağzın, burnun hala yerinde. Boyun kısmına da çok sıçramamış. En önemlisi gözlerinde de hasar yok.” demişti. Doktorların her derdi hastaya ve yakınlarına rahatlıkla söylediğini sanırdım. Fakat o önce benim yüzleşmemi istemişti. Günler sonra ellerimdeki sargılar çıkınca birkaç parmağımı da güzelliğimle beraber kaybettiğimi öğrenecektim. 


Bu kadının içler acısı hikayesini duyduğum zaman gırtlağımda beni boğazlayan koca bir yumru hissetmiştim. Soracak sorularımın olduğu halde soramadığımı fark etmiştim. Nerede şimdi o cani? Yakalandı mı? Adalet yerini buldu mu? Kaç yıl yerse unuttururdu bu felaketi diyememiştim. Mide bulantılarım geçiyor, güzellik anlayışım değişiyordu. Özgürlük sevdası, umudu ve cesareti onun tüm çirkinliğini örten bir perde gibi düşüyordu gözlerime. Onun aynaya baktığı gibi bakıyordum kendime. Biliyordum ve herkes gibi susuyordum. O, Tanrının değil, kocasının ona bahşettiği kaderle savaşıyordu. Benim için insanların vicdanını sömüren sahtekâr bir dilenci değil, yaşama eksik parmaklarıyla tutunmaya çalışan bir kadındı artık. 


Vakit yaklaşıyor, hava kararmak üzere. Ben dahil diğer tüm pazarcılar güçten düşmüş durumda. Yeri göğü inleten o ses bizlerle değil artık. Yorgun ve bitkindik. Son bir gayretle tenteler iniyor, direkler sökülüyor, tezgahlar toplanıyordu. Karanlık insan yığınlarını kovup dağıtırken bizleri akşam yemeğine yetişmenin tatlı telaşı sarmıştı. Muhakkak ki bu alan hemen boşalmayacak bizden sonra dolduranlar da olacaktı. Bir kervan gibi sessiz ve ağır geleceklerdi. Bozulmamış birkaç meyve, sebze; giyilebilir bir parça kıyafet, günü kurtarabilecek kadar karton toplamak için geleceklerdi. Bizden arta kalan kendi aralarında çıkma dedikleri ne varsa alıp götüreceklerdi. 


Alana ilk gelen çıkmacılar İhtiyar Necip ve torunu Asya’yı şimdiden görüyorum bile. Aralarındaki ortaklık hala ilk günkü gibi duruyordu. Ne yapacaklarını gayet iyi bilen, ustalaşan iki ortak. İhtiyar Necip kartonları toplamak için gömleğinin kollarını sıyırırken, minik Asya çıkma kasalara doğru koşturuyordu. Nasibinde varsa eğer henüz bozulmamış, tadı yerinde ve biraz daha diri olanları alacaktı. Kaşık kadar avuçlarıyla durmadan, yılmadan karıştırması gerekecekti kasaları. Elindekine benzer birkaç domates bulana kadar. Sonra kasa kasa dolaşıp elmalar, havuçlar, yeşil otlar... Ne sığdırabilirse içinde kalem ve defter olan sırt çantasına. Çanta doldukça sırtındaki yük hafifleyecekti. Hatta öyle bir hafifleyecek ki neşeyle sıçrayabilecekti. Her sıçrayışta iki yana dağılmış örgüleri kelebeğin kanadı gibi çırpıp düşecekti o namuslu omuzlarına. Dedesinden öğrendiği türküler bir mutluluk seliyle eşlik edecekti Asya’ya. Ve onu doyurana kadar pazar alanının her köşesine sürükleyecekti.  


Usulca gözlerimi İhtiyar Necibe çeviriyorum. Başında hiç eksik olmayan eski püskü beresini düzeltiyordu. Sonra ağzındaki birkaç sağlam dişiyle “Ya Allah” diyerek sırtladı iki tekerlekli arabasını. Sararan bıyığı, yüzünü çevreleyen derin çizgiler anlatıyordu doğumundan beri hiç bitmeyen bir yarışın içinde bulunduğunu. Belki kırgın belki de kızgındı insanlara. Elleri yere ve göğe uzanırken insanlığa uzanamamış, ellerinden akan kirin utanılacak bir günah olduğuna inandıramamıştı. Sermayesine üç beş metelik daha katabilmek için soluklanmadan cılız itin yanına kadar çekti arabasını. Cılız itin üzerinde mışıl mışıl uyuduğu kartonu almak istedi. Necip önce kışkışlayarak cılız iti kovmaya çalıştı ama kulak asan olmadı. Çömelip kartonu çekmeye çalışınca cılız it kabarmaya, dişlerini gösterip cesurca hırlamaya başladı. İhtiyar Necip bunun bir meydan okuma biçimi olduğunu biliyor, kışkışlamaya devam ederse cılız itin sonunda baskıyı kaldıramayıp kuyruğunu kıstırarak kaçacağını düşünüyordu. Fakat cılız it beklenilenin aksine paçalarına doğru saldırgan hamleler yapınca Necip dağılmaya yüz tutmuş kaslarıyla bir tekme savurdu. Cılız itten geriye kalan ardı arkası kesilmeyen cıyaklama sesleriydi. Sesler duvara ulaşınca Koray olduğu yerden, aksayan ayağını dert etmeden hızla fırlayıp Necibin önüne dikildi. Necip hesap sorulacağını, cıyaklamayla başkalarının da canını yandığını anlayınca tedirginlikle “Ben hiçbir şey yapmadım. Torunumun yanına giderken aniden saldırmaya başladı. Bende kıçına hafifçe vurdum.” dedi. 


Koray yine konuşmuyordu fakat görmeye alışık olmadığım bir hal vardı üzerinde. Gözlerini iyice içine çekmiş, kaşlarını çatabildiği kadar çatmış ve cılız iti gibi titriyordu. O an ne denli öfkelendiğini anlayabiliyordum. Necip konuşmaya devam ediyordu. “Ya torunumu ısırsaydı, he o zaman ne olacaktı? Yoksa ben deli miyim durduk yere köpeğe vurayım.” Necip kartonu almaktan ve laf anlatmaktan vazgeçip arabasını yeniden sırtlarken Koray ceplerini telaşla karıştırıyordu. Necip kendisine doğru birkaç adım atınca cebinden çıkarıp sıkıca tuttuğu bıçağını göğsüne şiddetle sapladı. Necip henüz Koray’ın ne yaptığını, nasıl bir saldırıya uğradığını anlayamamıştı bile. Sadece gözleri sulanıyor, ak sakallarını bir kızıllık sarıyordu. Etrafındaki yankılar uzaklaşıyor, sanki dünya daha yavaş dönüyor gibiydi. Kolayca almış olduğu, içinde tuttuğu o nefesi bölük pörçük bir sızı olarak çıkarıyordu. Yalpalanarak arabasına tutunup başını önüne eğince onu kanatan yarayı tanıdı. Koray'ın eli hala göğsüne saplı olan metalin üzerinde, ittikçe itiyordu. Yüreğine değip deşecek kadar. Nihayet gümüş renk al kanlara boyanıp bulaşınca elini çekebildi. Ama bıçağı hala yaşlı bir göğüste çakılı duruyordu. Çıkarmak zahmetinde bulunmadan kanlı elleriyle cılız itini kucaklayıp salyalı burnuna bir öpücük kondurdu. Ve ait oldukları yere duvarın dibine doğru ilerledi. Karıncayı bile ezemez dediğim Koray nasıl olur da bir katil kimliği taşırdı. Gerçekten cılız bir it için değer miydi? Her tekme atanı öldürecek kadar mı önemliydi? Yoksa bunun adı sevgi zehirlenmesi miydi? İnanın hiç bilmiyorum. Gördüğüm ve bildiğim şey yara açılırken bir “Ah” bile demeyen Necip şimdi yere yığılıyordu. Kursağında biriktirdiği tütün kokusuyla boğuk inlemeler çıkararak. Yarasının onu öldüreceğinden emin gibi can çekişerek yerde çırpınıyordu. Yardım istercesine, o inlemeleri imdatlara dönüştürürcesine kıvranıyordu. Gücü yetse kendisi çekip çıkaracaktı göğsüne oturan bu amansız sancıyı. Ama artık kör olmak üzereydi. Uyumak istemiyordu. Uyursa yok olacağını, gözlerini bir daha açamayacağını biliyordu. Bende biliyordum ama Asya bunu bilemezdi. Omuzunda kanat çırpınan kelebeği gitmiş, yüzündeki neşe yerini telaşa bırakmıştı. Dedesinin yanı başında hiç susmadan dürtükleyerek ağlıyordu. Uyanması için başından çıkarmadığı beresini çekiştiriyordu. Sırf ayağa kalkıp ona kızsın diye arabanın içindeki kartonları çıkarıp paralayarak etrafa savuruyordu. Çantasında topladığı mahsulleri ayak uçlarına dökerek “Dede bak ne kadar çok topladım.” Diyordu. Dedesi bu kadar mahsulü görse mutlaka ayaklanır, torunun ellerinden tutarak evlerine dönerlerdi. Ama şimdi Asya ahalinin şefkatli kollarını tutunmuş, dedesinin etrafında koşuşan telaşlı ayakları izliyordu. Üstüne serilen örtü kalkınca dirileceğini, tenine bulaşan kan lekesinden kurtulacağını düşünüyordu. Kim düşünmezdi ki onca ağızdan çıkan “iyileşecek” sözünü duyduktan sonra. 


 Asya, yakında dedesinin asla iyileşmeyeceğini, eve dönemeyeceğini, yıkamaya gittikten sonra tabutlu bir yolculuk halinde yan yana duran taşlı tepeciklere vardığında anlayacaktı. En büyük acıyı toprağa gömerken, yüzüne son kez dokunurken, attığı o ilk feryatla yaşadığını sanacak ama yine yanılacaktı. Çünkü gömülenlerin bedenleri çürüyünce hasret ve acı asıl o zaman büyüyecekti. Toprak verdiğin emanete saygı göstermeyip parça parça kopardığında yıkılmaya başlıyordu insan. Sessizleşen ve derinleşen, içine yer edinmiş feryatlar yüreğini şişirecek ama patlatmayacaktı. Sırf kabuk bağlamasın diye. Anlayacaktı yasın kırk gün değil, bir ömür sürdüğünü. Kimsesizlik bir mühür gibi çakılınca alnına dedesinin yitik türküleri okşayacaktı başını. Birlikteyken sürdürdükleri mücadeleyi hatırlatacaktı. Belki o zaman başını omuzuna dayayıp gurur duyacaktı acısıyla. Tüm ölüler ve ölü sahipleri birbirine benzese de dedesinin farklı olduğunu söyleyecekti. Çünkü biliyordu ki İhtiyar Necip toplumdan kaçırdığı, yamalı pantolonunda sakladığı o kirli elleriyle selamlayacaktı Tanrısını. 


Siren sesleri içinde mavi, kırmızı ışıklar vuruyor yüzüme. Ahali gösteriyordu cinayeti işleyeni gelen ekiplere. İşte şu şerefsiz deşti Necibi diye. Ekipler silahlarını kuşanarak, temkinli adımlarla istasyon dibine doğru yaklaşırken Çantacı Murat fırsattan yararlanıp tüm öfkesini kusuyordu. “Bir ömür içerde kalsın ağabey. Bunun gibiler yüzünden İstanbul’da rahatça dolaşamıyoruz. Can güvenliğimiz yok. Eşimizin, çocuklarımızın parka inmesinden dahi korkar olduk. Öyle bir ceza verin ki ibreti alem olsun diğerlerine.” Havaya atılan birkaç kurşundan sonra başlıyordu yat yere yat... Ekipler, Koray’ın üstüne hep birlikte çullanıp yaka paça göz altına almaya çalışırken, Koray elindeki şeffaf poşeti düşürmüş, bileğine zorla sıkıştırılmak istenen kelepçeden kurtulmak için yerlere uzanıyor, yuvarlanıyor ve tekmeler savuruyordu. Ama çabası çok sürmemişti. Yüz üstü yatırılıp sırtına çöken birkaç postaldan sonra zapt edilmiş, kelepçe takılmıştı. Koray ekip aracına ite kakıla sürüklenirken cılız it kederli bir cıyaklamaya daha başlattı. Belki suçluluk belki de Koray’ın bu cıyaklayama kayıtsız kalmayacağını bildiği içindi. Koray cıyaklamayı duyunca araca binmek istemedi. Dönüp onu da almak istedi fakat ekiplerin elinde çivilenmişti. Sıyrılmak, tekrardan direnç göstermeye başlayınca el birliğiyle kaldırılıp ekip aracına atılmıştı. Araç hareket ederken gözlerini cama dikmiş, bir pazarcı kadar yırtık ve güçlü bağırıyordu. “Aydın abi dost, dost” diye.  


Anlıyordum kime emanet edilmek istenildiğini. Önce Asya’nın melül yüzüne sonra da köşe başında titreyen cılız ite bakıyorum. Sevgisiz bir yetimhane ve duvar dibinde çürüyen bir köpek leşine çarpıyorum. Diz çöküyorum. Yanaklarım ıslanıyor, içime bir korku düşüyor. Kırk küsurdur durmadan atan kalbim kaburgalarımı yumrukluyor ve soruyor. Ya şimdi ne yapacaksın?