Keşke her şey annemin küçükken bana öğrettiği gerçeklikten ibaret kalsaydı. Keşke, bardak yere düşünce kırılır, ateşe yaklaşınca yanar, yüksek bir yerden atlayınca canın acır gerçekliği yaşam boyunca beni çevreleseydi. Keşke büyümeyi gerçekten istemek yerine gerçeklerin kirli karanlığını görüp korkarak küçük kalmayı isteseydim. Büyüdüm, gerçeklerin dayanılmaz olduğunu, yaşamın ateşten ibaret olmadığını öğrendim ve korktum. Korktum çünkü artık gerçek dediğim anlamlar bütünü benden ibaret değil. Ölüm var, katil var, cani var, soy kıran var.
Her şey var ve var olmaya devam ediyor, edecek. Bunlar benim gerçeklerim olmasa dahi ben bu gerçeklerin altında eziliyorum. Katille işbirliği yapmış, cani ile aynı bedende kalmış gibiyim. Tüm gerçekler, benden bağımsız olmasına rağmen ben bunlarla yaşamanın utancından sıyrılamıyorum. Çocuk masumluğu kendini korumaktan ibaret iken şimdi " ya benim dahli olduğum bir kötülük başkasını bulursa" düşüncesi her gün dağ gibi karşımda beliriyor. Sanki her ölenin katili, her savaşın sebebi benmişim gibi hissediyorum. İnsanlara da neden böyle hissetmiyorlar diye içten içe kızıyorum. Çünkü "hepten unutulmuş halkların ızdırabını gözkapaklarımdan atamıyorum" diyen Hugo von Hofmannsthal ile hayata aynı çerçeveden bakıyorum. Artık her gerçek benim için cehennemi bir ızdırap.
Allah nidaları ile insan öldürenle aynı dine, her şeyi kendinde gören, milleti için başkasını öldüren insanla aynı ırka, güvenli yer diye tabir edilen yer dışında ölümü meşru gören aynı türe mensup olmak insana yük değil de nedir? Tarih denilen safsatalar bütünü hangi mensubu yüceltmemis ki bunları da yüceltmesin. İnsanız, yaşamak en büyük hakkımız iken birbirimizi öldürmek için türlü silahlar icat ediyoruz, adı da kendimizi korumak. Peki kimden? Yine insandan.