Eğer insanlardan nefret ediyorsan sabahları hızlı, akşamları da yalpalayarak yürümek dışında bir şansın yoktur. Ellerin ceplerinde. Uzaklara doğru, bir bok görmeden, bakarak yürümek.

Sabahları hızlı yürüyünce işin var sanırlar, yol verirler. Çocuklarına "Bak, işinde gücünde bir abi/abla elinde kitapla yürüyor, sen de böyle ol!" derler. Yürüyen merdivenin solunu boş bırakırlar, sen de hızlıca geçersin. Aslında onlardan kaçıyorsundur. "Bir siktirin gidin artık, her yerdesiniz be!" diye hızlı hızlı yürüyorsunuzdur.


Akşamları da yalpalarsın. Kenara çekilirler, sarhoşsun sanırlar. Çocuklarına "Bak bu adam/kadın gibi olma! İş güç sahibi ol, evlen, evine bak." derler. Caddenin kaldırım tarafından yürürler. Aslında... Cidden de sarhoşsundur. Hayır, hayır belki de gidecek bir yerin yoktur ve düşünerek, şehvet içinde güle güle yürüyorsundur. Cansız bir kukla beden misali. Rüzgâr nereye sen oraya.

Evren de mekanik düzende işliyor tıkır tıkır. Arada aksaklık oluyor tabii. Bizler de bu ölmüş bedende olan minik çarklardaki atomlardan biriyiz. Tamamen özgür olsak bile bu sefer de özgür olmaya mahkûmuz. Seçimlerimize ve sonucunda çekmemiz gereken sonuçlarına. Yani eninde sonunda bir şeylerin kölesiyiz. Radikaller fikirlerinin, inananlar tanrılarının, nihilistler determinizmin, alkolikler kafa bulmanın... Bu kadar. İnan-inanma, seç-seçme, yaşa-öl. Ne kadar keskin değil mi? Aslında günlük yaşamımızda ölümle burun buruna geldiğimiz anları düşünürsek pek de değil. Ölüm ve yaşam arası ince bir çizgi, "delilik ve dâhilik"te olduğu gibi.


Şimdi bu belirli evrende savrul sağa sola. EBEDİ YAŞAMI EDEBİ OLARAK OKU, ANLA VE HİSSET. Yalnız kal, yalnızlığınla başa çık ve vergi borçlarından sonra olan en büyük korkuya, sarıl ölüme. Çünkü tek bildiğin o. Yaşamdan bile çok duydun ve gördün onu. Doğduğun andan itibaren ağlayarak hayatta kaldın, ağlayarak büyüdün ve ağlaşarak öldün.


Yine yalpalayarak yavaş yavaş, çapraz çapraz adımlarla yürüyordum. Evli evine köylü köyüne derler bizim buralarda laf olsun diye. Ama aklımda bir soru var: "Biz, daha doğrusu, şu anda ben ne olacağım?" Köylü desen değilim, evli desen değilim. Evsiz bir şehirliyim. Ne bir işim ne bir davam ne de artık bekleyenim var. Memleketsiz bir şehirliyim. Bu boş, neden geldiğimi bilmediğim, lüzumsuz sorularla dolu sokakta dolaşıyorum. Atalarımız yerinde duramamış, çıkarmış iki tanecik savaş şu an belli ki... Umarım üçüncüsü çıkmayacak gibi. Çoluk, çocuk, eş derdi de yok. O zaman ben neden varım? Zaten yavaş gitmeme rağmen bir anda durdum. Cidden ben neden varım? Bu, daha anlayamadığım, dışarıdan bakılsa çok küçükmüş gibi gözükecek buhranlarım, karamsarlığım, gelgitli hafızam ve ben... Neden varız?


Bu aileyi, kan bağlarını ben seçmedim; fikirlerimi, cinsiyetimi, kaşımı gözümü, dünyayı. Aniden, cinsel birliktelik sonucu geldim ve pat buradayım. Burası neresi? Sıkıştım kaldım, bir çıkış yolu olsa ne mutlu bana! Gittiğim yerin yerlisi olamam, yabancısı olurum. Doğmuş olduğum ülkem de böyle, bir anda geldim ve evet hâlâ alışamadım, yabancısıyım.


Aslında bu koca binaları; ufacık girintili çıkıntılı, tümsekli düzlük 'dağlar' ve tüm hayatımızı almak için çabaladığımız, onun için faizli borçlar aldığımız, tüm o yuva anlamını bağladığımız dairelerimize de 'dağın mağaraları' gözüyle bakınca ne kadar ufak ve boğucu olduklarını fark ediyorum. Sıkışmış kalmışız. Dağımız olsa bizden iyisi yok. Canım beton duvarlarım. Siz olmasaydınız öğlenleri nasıl götümde yaprak, çadırdan çıkıp insan içinde dolaşırdım? Ve siz sevgili insanlarım, siz olmasaydınız nasıl bu sokaklar geceleri yalpaladığım caddeler olurdu? Hepinizden en içten şekilde nefret ediyor ve bir o kadar da seviyorum.