İnsanların düşünce yapısını, yürüyüş tarzını, konuşma şeklini, fiziksel duruşunu kısacası insanı insan yapan farklılıkları oluşturan iki temel vardır: Genetik faktörler ve çevresel etmenler.
Anne babanın da içinde bulunduğu genetik faktörler, insanların sırtına “genlerine karşı tutarsızlık göstermemek” sorumluluğunu yükler. Genel kanının yönünde insanın genetik faktörler olmadan farklılaşması (veya gelişmesi) ve bu farklılaşmayı kendi yönlendirmesi düşünülemez. Zaten insanlar istese de bu farklılaşmayı yönlendirecek bir “kendi” oluşmamıştır.
Çevresel etmenler ise genetik faktörler kadar insanların kendini oluşturmasında etkilidir. Çevresel etmenleri yaşanılan şehir, bulunulan yerdeki komşular, aidiyet duygusu veren bir mekan oluşturabilir.
Peki ya bir insan taptığı soyundan gelen, kendisine misyon edinmiş hatta bir çeşit takıntıya dönüşmüş hedefi uğruna çevresel faktörleri reddedip farklılaşmasına yalnızca “genleri” ile devam edebilir mi? Kendini insanlardan soyutlayan bir şekle bürünebilir mi? Soyundan olmayan her insana karşı kayıtsız kalabilir mi? Soya tapma düşüncesi veya hedef obsesyonundan sapma korkusu uğruna kendisini insanların etkisinden izole bir zihin hapishanesine mahkum edebilir mi? Bunu başarması için zihin hapishanesini her saniye açık tutması gerekir. Her insan gibi sosyal kaygıların en büyüğü olan yalnız kalma korkusu güden bu insanın, diğer insanlardan eser miktarda dahi etkilenmemek şartıyla bu sorunu aşması gerekir. Bunun üstesinden vücudunu bir ayna gibi kullanarak gelir. Kulaklarını dış dünyanın alıcısı haline benzeterek ağzını kulaklarından geçen insanların sözlerini bir suflör edasıyla onlara geri hatırlatır. Onun laf aynasında kendini duyan insanlar kendi egolarının okşanmasıyla mest olurlar. Sonuç olarak insanlarla iletişimi başarılı bir şekilde gerçekleştirir ve aynı zamanda onlardan gelen farklılaşmayı reddederek kendi hedefinin kutsallığına bir kez daha ibadet etmiş olur.
Tabii bu insanın en büyük tehlike gördüğü ve korkudan onlarla zorunlu olmadıkça bir araya gelmediği insanların dışında etkilenebileceği diğer çevresel etmenler vardır: Yenilen, seyredilen, okunulan, giyilen ürünler. Bu insan bunlardan etkilenmemek uğruna bunlardan vazgeçmez, aksine tüm bu ürünlerini kendi obsesyonuna duyduğu şehveti artırmak için bir uyarıcı/uyuşturucu gibi kullanır. Kendi obsesyonunu kendi dini saydığı, peygamberini kendi soydaşını tayin ettiği, ibadeti olarak hedefine ulaşmak için tüm fiziksel aktiviteleri kendi vücuduna kan kusturmak pahasına aşırıya kaçarak yapmak olduğunu kabul eden insanın tahayyül ettiği cenneti de tüm bu tüketim ürünleriyle yaratır. Onun ulaşmayı umduğu cennetin hurileri, okuduğu uyuşturucuların karakterleridir.
Ve insan son olarak dinin buyruklarını yerine getirdiğinde ve “cennet”ine kavuştuğunda çevresinde cennetinin duvarları dışında bir şey kalmadığını görür. Son ibadeti olarak çok önem verdiği soyunu aynı hedefe ulaşmış başka biri ile devam ettirir. Yaşarken öldüğü ömrünü, rahat yaşam vaadi uğruna gençliğini tüketim uyuşturucularıyla pasif hale getirdiği hedefini koşuşturmasının hiç bitmeyeceği bir yaşam mirası ile sonlandırır.